Yaşar Seyman
Görünmeyen kadın… 26 yılın öyküsü!
Fatma Tokmak; onlarca yıl ömrü çalınan bir anne…
Mardin’in taş evleri güneşin altın ışığında parıldar, tarih boyunca zamanın ritmini sessizce taşır. Dar sokakları ve taş basamakları, bin yıllık ağıtları, öyküleri fısıldar… Rüzgâr Arapça, Kürtçe ve Süryanice sözcükleri savurur sokak aralarında. Minareler göğe yükselir, eski medeniyetlerin yadigarını taşırken, her köşe, her taş yaşamın, tarihin iç içe geçtiği bir şiir gibi durur. Mezopotamya’nın bereketli topraklarıyla gökyüzü arasında asılı kalan kent, gün batımında altın sarısı ve turuncunun dans ettiği bir tabloya dönüşür.
Fatma Tokmak bu kentin kadını ve demir duvarlar içinde yarım kalan ömrün şarkısıdır. 26 yıldır demir kapının ardında ömrü çalınan bir kadındır, Fatma!
Demir kapı ilk kez kapandığında kadın irkilmişti. O tok ses, kulaklarında bir yargıç gürültüsü gibi çınladı. Henüz hüküm bile giymemiş olsa da kaderi çoktan çizilmişti. Tutukluluğun en ağır yanı, ne kadar süreceğini bilmemekti. “Kaç yıl?” sorusu, her gece ranzanın demirine başını yasladığında içini kemiriyor, yanıtsız kalıyordu.
Bir ev baskınında iki buçuk yaşındaki oğlu Azat’la birlikte gözaltına alınmış, kendisine yapılan işkence yetmiyor gibi bir de Azat’ın kollarında sigaralar söndürülmüştü. Sonra günlerce bekletildiler işkence izleri kaybolsun! İşin bir başka acısı Fatma Tokmak ana dili Kürtçe dışında bir tek sözcük Türkçe bilmiyordu. Yazılan tutanaklar kendisine imzalatıldı.
Tutuklandığı kendi ülkesinin sözcüklerine yabancıydı. Gardiyanın bağırışlarını, kadınların avluda söylenen şarkılarını anlayamıyordu. İlk günlerde sadece gülümsedi. Gülümsemek, tek ortak dil olmuştu. Kelepçeli elleri aklına geldikçe ağlıyordu.
Yıllar içinde sözcükler damla damla akıl cebine doldu. Türkçeyi çat pat yanlış söylüyor, yanlış anlıyor, inatla öğreniyordu.
Avukatı, ona bir gün sessizce sordu:
“Burada günler nasıl geçiyor?”
Fatma, gözlerini kaçırmadan fısıldadı:
“Geçmiyor.”
Ve bir gün avukatı ona şu cümleyi öğretti:
“Bir gün çıkacaksın!”
2006 yılında “Cezaevinde Kalamaz,” raporu verilince çıktı. Dört yıl bir iş yerinde çalıştı, Azat’la yeni bir yaşam kurdu. Yargıtay davayı bozunca yeniden cezaevine kondu. 26 yılın sessizliğinde demir duvarlar arasında eriyen bir ömrün adı oldu!
Fatma, her sabah ranzanın soğuk demirine başını yaslayarak uyanıyor, geceleri kendi dilinde dualar ediyor, anılarını sessizce sarıyor, zaman ağır ağır geçiyor, gençliği ve umutları birer birer siliniyordu. Özgürlük, yalnızca düşlerinde kalmıştı, her yeni gün öncekinin yükünü taşıyor, sessiz bir direnişle geçiyordu. Bu derin yalnızlığına karşın bir mor gülü vardı. Avukatı İnsan Hakları savunucusu Eren Keskin… Fatma’nın yanında hep bir dosttu. Başta aralarındaki bağ sadece bir savunma ilişkisi olsa da yıllar geçtikçe bir ömür paylaşılan sabır ve sevgiye dönüştü. Dışarıdaki baharı, sokakların şarkılarını, kitapların sayfalarını anlatırken, Eren Keskin’in varlığı kadın için bir nefes, bir umut oldu; çünkü bazen özgürlük, bir kapının açılmasında değil, birlikte paylaşılan bekleyişte gizlidir.
Eren Keskin, Fatma’ya “Bir gün çıkacaksın!” Demişti.
Umut, hangi dilde söylenirse söylensin, aynı anlamı taşıyordu.
Eren’in her gelişiyle dostlukları kök salıyordu. Dosyalar, dilekçeler, mahkeme günleri… Tutuklandığında kendisinden alınan iki buçuk yaşındaki Azat’ı annesine kavuşturmak için Eren Hanım üç yıllık bir mücadele sonunda Azat’ı Çocuk Esirgeme Kurumundan alarak Fatma’yı oğluna kavuşturmuştu.
Takvimler değişti, mevsimler akıp gitti. Kadının saçlarına aklar düştü, gözlerinin kenarına ince yollar çizildi. Artık bedeni, taş duvarlardan daha ağır bir hapishane olmuştu. Hastalık geldi, onu cezaevinde bir yatağa yatırdı. Bir kadının 26 yılına tanık duvarlar, onun sessiz çığlığını da saklıyordu.
Hastalık onu zaman zaman cezaevinden alıp demir korkuluklu bir hastaneye götürdü, getirdi. Doktorların dilini bilmiyor, sözcükler uğultu gibi kulağında çınlıyordu. Gözlerinden dökülen yorgunluk, gözyaşı, sözcüklerden daha güçlü bir öykü anlatıyordu.
Ve hâlâ içeride…
Bu kadın hâlâ içeride. 26 yılın yükünü taşımış bedeni, cezaevinin ağır koşullarında artık direnemiyor. Masada kalır diye doktorlar ameliyat yapmaya korkuyorlar. Hastalığı yaşamla ölüm arasında bir çizgide “adaletin bu mu dünya,” diye sorasım geliyor!
Dilerim ki en kısa zamanda yavrusuna ve sevdiklerine kavuşarak; dışarda özgürlük ve yaşam hakkı tanınarak kısmen de olsa huzurlu bir yaşama kavuşur. Özgürlüğün bir başka tanımı da insana onurlu bir son nefes hakkı tanımaktır.