İsyan var! Hayvanlar ayaklandı

Bütün gün çalıştırılan atlar, ağır yükler taşıyan beygirler, her işe sürülen koyunlar, keçiler ve çok bilmiş domuzlar… Felaket elçisi, masalcı Kuzgun Moses’ı da unutmayalım. George Orwell’ın Stalin’i eleştirdiği romanı ‘Hayvan Çiftliği’ bu sezon Oyun Atölyesi’nde sahneleniyor.

Çiftlik sahibine isyan eden, aç biilaç çalıştırılan hayvanlar insanların pek sevdiği ‘izm’ akımını takip eder ve Animalizm’in kurallarını açıklar. Işıkların yanmasıyla seyircilerin arasında beliren ve tüm hayvanların eşit haklara sahip olduğunu savunan Snowball temel ilkeleri açıklar. Bu ilkelerden en başta ezberlenmesi gereken “İki ayaklılar düşmanımız, dört ayaklılar dostumuz” maddesi olur. İnsanlardan nefret eden hayvanlar kimsenin kimseyi sömürmediği bir yaşam hayal etmektedir. Çiftlik sahibi Bay Jones’un ayaklanma sonrası kaçmasıyla iktidarı ele geçiren hayvanlar insansız, efendisiz yaşamanın tadını çıkaracakken bir başka efendiyle karşılaşırlar. Üstelik bu efendi önceden herkesin hem fikir kaldığı kuralları kendine yontan, etrafındaki köpekleri çıkarı için besleyen ve günü geldiğinde köpeklerini diğer hayvanların üzerine salan, kendini hayvanların en akıllısı olarak adlandıran bir karakter, Domuz Napolyon’dur. Romanla ilgili yürütülen tartışmalara ilgili okurlar ayrıca bakabilir. Bu tartışma içinde kaybolmadan daha çok oyunun nasıl sahnelendiği üzerinde durmak istiyorum.

hayvan-ciftligi-oyun-afisi.jpg

Oyunun yönetmenliğini Barış Erdenk üstleniyor. Dekor tasarımı da kendisine ait. Çiftlik görünümünü elde etmek için sahne iyi kullanılmış. Özellikle hayvanların su içtiği ve serinlemek için kullandıkları yalak önemli bir detay. Bir diğeri domuzların oynamaktan zevk aldığı, içinde debelendikleri çamur. Burası ayrı bir bölümde saman dolu bir alan olarak düşünülmüş. Özellikle hırslı bir domuzu canlandıran Napolyon’un birkaç kez burada debelenmesi ve üzerinden samanları silkelemesi, bedenine verdiği şekil bir hayvandan farksız.

ekran-goruntusu-2024-11-30-125402.jpg

Hareket tasarımında ki başlı başına ayrı bir yazı konusu olabilecek nitelikte bir iş çıkarmış, Sibel Erdenk’in emeği var. Oyundaki gerilimi müzikle daha çok hissediyoruz. Müzikler Gürkan Çakıcı imzasını taşıyor. Işık tasarımından Kemal Yiğitcan, kostüm tasarımından ise Asya Başkan sorumlu. Oyunda Napolyon’u Oyun Atölyesi’ndeki pek çok projede imzası olan, sahnede de izlediğimiz Muharrem Özcan canlandırıyor. Diğer oyuncular; Umut Temizaş, Aylin Kontente, Eser Karabil, Şirin Kılavuz Uşun, Ezgi Çoşkun, Ayhan Bekdemir, Beran Kotan, Ulaş Akşit, Turan Bölükbaşı ve Ali Tepe.

whatsapp-image-2024-11-30-at-12-56-43-1.jpeg

Hareket tasarımı, kostüm ve makyajla birleştiğinde sahnede adeta bizzat hayvanları izlediğinizi düşünebilirsiniz. 80 dakika boyunca ellerini ve ayaklarını hayvanlar gibi kullanan oyuncuların oyun sonrası ayaklarının ne hale geldiğini merak ettim doğrusu. Özellikle koşum atını canlandıran, güzelliği dillere destan Mollie ve Clower’ın bir at gibi sahnede durduklarını, bedenlerine hayvanın ruhunu işlediklerini ve bunu seyirciye kusursuz bir biçimde aktardıklarını söylemek mümkün. Akıllı mı akıllı, içlerinde okumayı en hızlı öğrenenlerden Muriel de adeta gerçek bir keçi olarak sahnede. Nadiren konuşan, yaşlı ve inatçı eşek Benjamin ise çiftliğin sessiz bilgesidir. Ne olduğunun farkındadır. Kurulan yeni düzen pek de eskisinden farklı değildir. İktidarı ele geçiren gücü kendisi için kullanmakta, kararları tek merkezden almaktadır. Demokrasi bir hayal olarak havada asılı kalmaya devam eder. Ta ki bilge eşeğin ahır kapısına “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir” yazmasına değin. Roman, totaliter yönetimlere bugünden bakınca güncelliğini yitirmemiş gibi görünüyor. Kritik soru da Oyun Atölyesi ekibinden geliyor: Hayvanlar aç oldukları için mi yeni düzene ihtiyaç duydular? Yoksa yeni bir toplum düzenine ihtiyaçları olduğu için mi? Oyunu bu soruyu aklımızda tutarak izleyelim. Kim bilir belki de bugün yaşadıklarımıza bakarak yanıtını bulabiliriz.

whatsapp-image-2024-11-30-at-12-56-30-1.jpeg

***

İPEK YOLU’NUN HİKAYESİ BRITISH MUSEUM’DA

İpek Yolu denilince aklınıza ne geliyor? Baharatlar, deve kervanları, uçsuz bucaksız çöller mi? Ya da sadece doğu ile batıyı birbirine bağlayan bir yol mu? Londra’da British Museum’da açılan İpek Yolu sergisinde bunun sadece bir ticaret yolu olmadığı anlatılıyor. Tıpkı İspanyol Sosyolog Manuel Castells’in tanımladığı gibi bir çeşit ağ toplumu gibi düşünebiliriz İpek Yolu’nu. Yani ticaretin yanı sıra her şeyin birbiriyle bağlantılandığı, kültürler arasında geçişlerin, değişimlerin olduğu, dinlerin yayıldığı, toplumların ticaretle birlikte birbirine karıştığı bir yolun hikâyesi anlatılan.

deve.jpg

Oxford Üniversitesi Worcester Koleji’nde araştırmacı ve Oxford Bizans Araştırma Merkezi Direktörü olan Peter Frankopan, Akdeniz ve Rusya tarihi, Orta Çağ, Pers dönemi ve sonrası Asya ile İslam ve Hristiyanlık arasındaki ilişki üzerinde çalışıyor. Sergiyi gezdikten sonra müzenin alışveriş yapılan bölümünde Frankopan’ın kitabı dikkatimi çekti. Çünkü Pegasus Yayınları Türkiye’de de kitabı Türkçe’ye çevirmiş, alternatif bir dünya tarihi olarak İpek Yolu’nun hikâyesini okurla buluşturmuştu.

ipek-yolu-001.jpg

Frankopan’ın ifadesiyle İpek Yolu’nu oluşturan kentler Pasifik’i Akdeniz’e bağlayan inciler gibi dizilmişti. Devasa boyutlardaki kütüphaneler, ibadet yerleri, kiliseler, rasathaneler Konstantinopolis’i Şam’a, İsfahan’a, Semerkant’a, Kabil’e ve Kaşgar’a bağlıyordu. Erken modern dönemden önce yüzyıllar boyunca, dünyanın entelektüel merkezleri, Oxford Cambridge, Yale ya da Harvard değildi. Bu merkezler Avrupa’da veya Batı’da değil, Bağdat’ta, Belh’te, Buhara ve Semerkant’taydı. British Museum’daki sergide her ne kadar bu bağlantısallığı objeler, üretilen dini metinler, ticaret malları üzerinden görsek de o dönem bilginin merkezinin doğu olduğu kısmı eksik.

İpek Yolu üzerinde yaşayan kültürlerin, şehirlerin ve halkların gelişmiş ve ilerlemiş olması boşuna değildi. Frankopan’ın da kitabında anlattığı gibi takas ettikçe birbirlerinden öğrendiklerini özümsüyor, felsefe ve doğa bilimleri, dil ve din konularında değişip dönüşüyorlardı.

camel-and-horse-1600x590px-001.jpg

Çin’de elde üretilen ipek, Kartaca’da ve Akdeniz’in diğer şehirlerinde zenginler ve güçlüler tarafından giyilirken, Güney Fransa’da üretilen çanak çömlekler Basra Körfezi’nde bulunabiliyordu. Hindistan’da yetiştirilen baharat ve çeşniler Roma mutfaklarının baş tacıydı. Afganistan’daki yapılarda Yunanca yazılar görülüyordu. İlk kez 1800’lerde kullanılan İpek Yolu tanımı her ne kadar doğuyu batıya bağlayan bir yol diye düşünülse de sözünü etmeye çalıştığım gibi farklı coğrafyalarda doğuya ait bir heykel, çanak çömlek görmek mümkündü. Tabi tüm bunları taşıyan develeri unutmayalım. Develer İpek Yolu’ndaki ticaretin baş aktörüydü.

whatsapp-image-2024-11-30-at-13-06-51.jpeg

-El yazması Kur’an

Sergide dinlerin yayılması kısmı özellikle ilgi çekici. Budizmin başka kültürler tarafından nasıl kabul edildiği objeler üzerinden anlatılıyor. İlk Hristiyan misyonerler Çin’de boy gösteriyor. Budizmin yanı sıra yeni bir din olarak İslam’ın nasıl yayıldığını görüyoruz.

İpek yolu bir ticaret ve kültür yolu olmasının yanı sıra bir köle yolu da. Kölelerin de ticaretinin yapıldığı bir hat. Sergide yer alan heykeller bunun göstergesi.

Diplomatik hediyelerden, el yazma Kur’anlara, ipek üreticiliğinden çölde ayakları yanmasın diye yapılan deri ayakkabıya kadar sergide yer alan pek çok ayrıntı bizlere kültürlerin tarihini anlatıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi