Özlem Özdemir
Kaybolan Zamanı Arayış
İnsanlar ölür. Hayat böyle bir şey, insan doğar, büyür ve ölür. Ama insan süreli zamanına anlam katmaya çalışan tek canlı olduğundan ne yaşamı ne ölümü olduğu gibi kabullenemez, çoğunlukla. Hayatı hakkını vererek yaşıyor muyuz başka bir konu ama ölümle ilişkimiz de zorludur. Mesele, gidenin bıraktığı boşluğu doğru kavrayıp kavrayamadığımız esasen. Kimi insanların ölümü ise, kendi ölümünden fazlasıdır. Öyleleri sayıca azdır ama ölümleri de bir o kadar çok insana dokunur. Çünkü yaşamları kendinden başkalarının yaşamına sayısız katkı sağlamıştır. O katkıları ölçebilme yeteneği bizim toplumda yazık ki sınırlı. Yaşarken bilmediğimiz değeri ölümden sonra (kimi zaman abartarak) vermeyi seçiyoruz. Doğu toplumlarının duygu temelli yaşayışı mıdır bunun nedeni henüz emin olamadımsa da, yaşarken kıymet bilmediğimizi sayısız yaşam öyküsünde okumuş biri olarak, ölüme yüklediğimiz anlamın hayatın kendisinden fazla olduğunu iddia edebilirim, naçizane. Oysa hayat, başlı başına bir hazine. En yalın gerçeklikle, evrimin işleyişine göre, biz bugün hayatta olanlar olarak şanslıyız, hepsi bu işte. Yarın? Onu kim bilebilir ki, ben bilmiyorum en azından. Ve insanların hayatına kendi hayatından çalarak değer katmaya çalışanların ölümüyle her seferinde sarsılıyorum, her seferinde. Peş peşe gelen iki ölüm de bu nedenle çok sarstı beni. Biri Nermin Abadan Unat, biri Gülşah Durbay. Biri 104 yıllık bir abide, biri 37 yaşında gencecik bir filiz. Ama ikisinin de ortak yanı; bu Cumhuriyet’e bağlı ve bu memlekete sevdalı oluşları. Hiç tanımadığım iki kadının ölümü ile hayatı sorguluyorum günlerdir; toplumsal çürümeyi, değer bilmeyişimizi, iyi insanların hep erken gittiğini, kötülüğün daha ne kadar hüküm süreceğini… Yarın benim ömrümün de bitebileceği gerçeği karşımda bana dik dik bakarken. “Eee” diyor üstelik kuşkulu, “devam mı kontrol edemeyeceğin hadiseler için kendini hırpalamaya, sağlığını riske atmaya…” Ürkek gözlerle bakıyorum gerçekliğe, oysa dimdik ayağa kalkarak “hayır, artık bitti!” diyebilmeliyim, demek istiyorum. Ama biliyorum ki, defalarca düştüm aynı dünyevi hatalara ama bitmeli bu kendime ihanet. Sadece, “bitecek artık, söz” diyorum, istediğim kadar güçlü çıkmayan sesimle. Çünkü hayat bir kere ve işte o bir kere, geçen her saniyede, benim saniyelerimde… Saniyelerini bu memlekete veren iki kadından bahsedeceğim bu yazıda, kattıkları her şey için teşekkür olsun diye…

“Yüz Yıllık Umut”[1]
Film gibi hayat denir ya, işte öyle bir hayat Nermin Abadan Unat’ınki. Viyana’da başlayıp, İstanbul, Budapeşte’den sonra yine Türkiye’ye gelene dek tek kelime Türkçe öğrenemediği halde (Almanca, Fransızca, İngilizce, Macarca biliyordu), ölünceye kadar yüreğinde Atatürk’ün kurduğu modern ülkenin aydınlığı yanan bir kadının hayatı bu. Yalnız bir çocuktu Nermin, çocukluğu otel odasında ya da okul yatakhanesinde geçti. Annesi onu küçükken ancak belirli saatlerde görür, okul yıllarında ise pazar günlerini beklerdi. Bazen pazar günleri de onu almaya gelen olmaz, günü boş dolabında içinde ağlayarak tek başına geçerdi. Sürekli seyahatte olan babasını ise ayda yılda bir görebilir, ondan da beklediği şefkati bulamazdı. Tek tutkusu okumaktı. Babasının ölümünden sonra annesi ve üvey ablasıyla Budapeşte’deki yaşamı, hayatın diğer güçlüklerini de beraberinde getirdi. Ekonomik sıkıntılar okuduğu özel okuldan ayrılmasını gündeme getirince, on dört yaşındaki Nermin baba ocağı Türkiye’ye gitme kararı aldı. Çünkü gazetelerden Atatürk Türkiye'sinde kız ve oğlanların eşit ve bedava eğitim aldıklarını öğrenmişti. Annesi "ne yapacaksın orada” deyince kendi başına Türk Büyükelçiliği’nin kapısını çaldı, Fransızca olarak arzusunu iletti, Büyükelçi Behiç Erkin “üç gün sonra gel” dedi. Üç günün ardından Nermin’in pasaportu, trendeki harcamaları ve tren bileti hazırdı. Annesine amcasından para alıp döneceğini söyledi ama trenden ona el sallarken onu son kez göreceğinden habersizdi. 5 Kasım 1936 tarihinde Nermin, bu kez tek başına bindiği ünlü Orient Express ile yepyeni hayatına adım attı.

Yeni hayatına İzmir’de başladı, hiç görmediği adetler ve yaşayışı öğrenirken kimliği de şekilleniyordu. Cumhuriyet’in gelişimi onunkiyle paralel yürüyordu, bu onu Cumhuriyet’in sarsılmaz bir neferi yapacaktı. Hayat, burada da peri masalı değildi, akrabalarının yanındaydı ama kimsesizdi. Tek amacı kendi ayaklarının üzerinde durmaktı, bir an önce! Arada verdiği küçük derslerin yanında lise ikinci sınıfın yazında işe girdi. Akrabalarının itirazına aldırmadı, bu kez de İzmir Belediye Başkanı Behçet Uz’dan yardım istedi, cesur ve girişkendi. İzmir Kız Lisesi’ni başarıyla bitirdi, İstanbul Üniversitesi’ndeki hukuk eğitiminin ardından Mektebi Mülkiye’nin ilk kadın akademisyeni olacaktı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Ulus gazetesinin tek kadın çalışanı oldu. 1968’de CHP PM üyesi oldu, 78’de ise kontenjan senatörü. Cumhuriyet’in kuruluşunu da dönüşümünü de yaşadı, zorluklar içinde kendi kendini yetiştirdi, gençliğinden itibaren toplumcu bir kişiliği oldu ve memleketi için kafa yordu, sayısız öğrenci yetiştirdi.

Emekli olduktan sonra da durmadı, hocalığa devam ettiği Boğaziçi Üniversitesi’ndeki yıllarını çok sevdi, beş yıldır süren protestoya ileri yaşına rağmen katılarak destek verdi. Hayran olduğu Atatürk’ün Türkiye’sine bir kadın ve bir aydın olarak çok şey kattı. Ölmeden önce “Atatürk’ün izinde giden, laik ve demokratik bir Türkiye’ye veda edebilmeyi” diliyordu. Dileği gerçekleştiğinde adını haykıracağım isimler arasındaki aydınlık yerini alan bu abide kadını saygıyla selamlıyorum. (Yüz Yıllık Umut kitabını hararetle öneririm.)
“Çok Acıklı Bir Hikâye Yazdık”
Sonu acıklı belki ama özünde umut dolu bir hikâye bu, öyle hatırlayalım. Henüz 1988 doğumlu gencecik bir kadın. Gözleri pırıl pırıl, yüzü aydınlık, belli ki idealist, belli ki hayalleri yaşından büyük! Hiç tanımadığım bu kadınla anlayamadığım bir bağ kurdum ve yüzü sosyal medyada önüme düştükçe ardından gözyaşı döküyorum. Çünkü insan tanımadığı birinin değerini kavrayabilir, ölümüne de yanabilir. Gülşah Durbay, bence o değerde bir kadın. Kısa ömründe yaşadığı, belediye başkanı olduğu Şehzadeler’in ötesine geçen bir iz bıraktı. Kendi deyimiyle; Cumhuriyet, Manisa’nın bir köyünde doğup büyüyen Gülşah’ı Manisa’nın ilk kadın belediye başkanı yaptı. Ama onun ardından anlatılanlar gösteriyor ki, o bunun için çok çalıştı. Cumhuriyet’e de partisine de hemşehrilerine de çok bağlıydı. Eğitim hayatına Manisa'da başladı. 2011'de Hacettepe Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü'nden, 2024’te de Yaşar Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Yaşar Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı, Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nde de ekonomi ve finans alanında doktorasına başladı. Gıda sektörünün önde gelen uluslararası firmalarında çeşitli yöneticilik görevlerinde bulundu. Yetinmedi, Cumhuriyet Halk Partisi'nde 2014 yılında İlçe Gençlik Kolları Başkanlığı ve 2015-2020 yılları arasında iki dönem İl Gençlik Kolları Başkanlığı görevlerini üstlendi. Kısacası bulunduğu yere alnının teriyle geldi. Bir yıl kadar önce kanser illeti gencecik bedenini ele geçirdi. Savaşçıydı, hastalığa meydan okudu, kemoterapi aldığı dönemde bile belediye görevine devam etti. Lal Denizli’nin anlattığına göre; sahne arkasında kustu, akabinde sahneye dev gibi çıktı. Hastalıkla mücadele ettiği dönemde, kim olduğu belli alçaklarca hakkında edepsiz iftiralar atıldı. Bir kadına saldırmak çoğu zaman en kolay seçilen yöntemlerden biri, siyasi ya da şahsi ihtiraslar uğruna insan hayatının hiçe sayıldığını daha kaç kere göreceğiz? Yetmeyecek mi?

Aklıma kanser hastalığı ile boğuşurken evi basılan, mahkemelerde ömrü çalınan Türkan Saylan geliyor, içim bir kez daha öfkeyle doluyor. Ona “kardeşim” diyen CHP Genel Başkanı Özgür Özel, kardeşi Gülşah’ın elini ne o gün ne son anına kadar bıraktı. Özel’in söylediği gibi, bu son olsun artık sahiden, yetsin bu acılar. Cenaze merasiminde kardeşini gözyaşlarıyla uğurlayan Özgür Özel’e bu yazıyla da sabır dilemek istiyorum. Ve kendisine bu topluma yeniden insan olmayı, içtenliği, dürüst bir siyasetçi olunabildiğini gösterdiği; karanlığın içinden ışık olarak yükseldiği için teşekkür etmek… Bize Ferdi Zeyrek, Gülşah Durbay gibi insanların var olduğunu gösterdiniz Özgür Bey, onların yanında durdunuz, onlar gibi temiz insanların yanlarında durmaya devam edeceğiniz umudu, Gülşah Hanım’ın size dediği gibi “işte hikâyeniz bu” ve biz bu hikâyeye inanıyoruz. Başınız sağ olsun, başımız sağ olsun…
[1] Nermin Abadan Unat, Yüz Yıllık Umut, Kırmızı Kedi, 2021.
Kaybolan Zamanı Arayış başlığı Nermin Abadan Unat’ın Yüz Yıllık Umut kitabından alıntıdır.