Haldun Solmaztürk

Haldun Solmaztürk

“Küfr ile belki amma zulm ile pâydar kalmaz memleket.!”

Fransız Türkolog Jean Paul Roux, insanlık tarihinin Türklerin tarihiyle özdeşleşmiş olduğunu söyler ki doğrudur. Bizler de çok sayıda devlet kurmakla—haklı olarak—övünür, hatta Cumhurbaşkanlığı forsuna yansıtırız. Ama tarih bilimi neden-sonuç ilişkilerine dayanır. Aslında kurulan devletlerin niçin ve nasıl yıkıldıkları, kurulmuş olmalarından daha önemlidir.

Malum, her yıl Malazgirt’te yapılan törenlere AKP ve ortakları, siyasi propaganda fırsatı olarak özel önem verirler. Geçen yıl sahneye kuvvet komutanlarını bile çıkartmışlardı. Bu yıl askerler yoktu ama ‘ötekileri’ yine dışladılar; berikilerle ’biz bize’ kutladılar.

Siyah gözlüklerini takmış, sesine o garip tonu vererek, “Vatan, bayrak, millet, ümmet için, düşmanı bozguna uğratan o güçlü irade bugün işte buradadır” diye camdan okuyordu.

‘O güçlü irade’ dediği Alparslan’ınki; metin yazarları şahsını Alparslan’la özdeşleştiriyor.

Özdeşleştiriyorlar da kazın ayağı pek öyle değil…!

Alparslan, Selçukluların ikinci sultanıdır. Nizâmü’l-Mülk, Alparslan’ın veziriydi. Önceleri bir Türk devleti olan Gaznelilere hizmet etmiş, Dandanakan savaşından sonra Selçuklulara katılmıştır. Farsi, İranidir ama Türklere büyük saygı duyar, “İşlerin adaletle yürümesi için hiç kimseden korkusu olmayan bir Türk’e emanet edilmelidir” derdi.

Alparslan’la kardeşi Süleyman arasındaki taht kavgasında Alparslan’ın yanında yer almış, Alparslan da 1063’te tahta geçer geçmez Nizâmü’l-Mülk’ü vezir yapmıştır. Nizâmü’l-Mülk, Alparslan’ın Malazgirt’ten bir yıl sonra bir suikast sonucu ölümüne kadar görevde kalmıştır.

Oğlu Melikşah tahta çıktığında henüz 18 yaşındaydı; o da bir suikastla—karısı tarafından zehirlenerek—öldürülene kadar yirmi yıl tahtta kaldı. Veziri yine Nizâmü’l-Mülk’tü. Alparslan’ı Malazgirt ovasına getiren ve Melikşah döneminde Selçukluları Afganistan’dan Akdeniz’e uzanan bir imparatorluk yapan süreçlerde hep Nizâmü’l-Mülk vardır.

‘O güçlü irade’ denen şeyi doğru anlamak için Nizâmü’l-Mülk’ü tanımak, anlamak gerekir.

Melikşah’la Nizâmü’l-Mülk’ün, devleti yirmi yıl birlikte yönetmeleri tarihi bir şanstır ama bu şansın yakalanmasında iki tarafın da rolü ve katkısı vardır.

Nizâmü’l-Mülk, devlet işlerinde titiz, disiplinli ve takipçidir. Böylece çok düşman kazanır.

Genç Melikşah biraz yaş alınca, saray entrikalarının etkisiyle ‘Farsi’ vezirinden şüphe ve korkmaya başlar; bir olay üzerine ona, “Sen benim devletimi ve memleketimi istila eyledin. İster misin ki vezirlik divitini elinden, sarığını başından alayım ve halkı kurtarayım?” der.

Nizâmü’l-Mülk’ün cevabı bugünkü birçok ısmık yöneticinin kulağına küpe olacak niteliktedir: “Bu vezirlik diviti ile sarık senin tacın ile o derece bağlıdır ki, diviti aldıktan sonra taç da kalmaz gider”.

Ne divit alınır ne de sarık…!

Melikşah’ta—herhalde bir ölçüde babasından gelen—güçlü hükümdarlık özellikleri vardır. Bunların başında kendisiyle olan ‘benlik’ mücadelesini erken yaşlarda geride bırakabilmiş olması gelir ki birçok zavallı hükümdar bunu ölene kadar başaramadan öylece göçüp gitmiştir.

Otuzlu yaşların sonuna doğru—1091’de—üst düzey devlet görevlilerine ferman buyurur ve der ki: “Her biriniz saltanatımız devrindeki aksaklıkları tespit ediniz. Yerine getirilmesi gerekirken es geçilen yahut gözümüzden kaçan durumları, ayrıca evvelki padişahların icra etmiş oldukları halde bizim de yapmamız gerekirken geri kaldığımız durumları saptayınız. Üzerlerinde fikirler eyleyelim, bu fikirleri hayata geçirelim ki her bir iş kuralınca yapılsın”.

Her bir iş kuralınca, yani keyfi değil…!

Siyasetname böyle yazılır. Nizâmü’l-Mülk, Siyasetname’de iyi bir hükümdarı ve iyi bir veziri tarif eder. Ona göre, “Anılacak her hükümdarın arkasında feraset sahibi bir vezir vardır” ama asıl yapmaya çalıştığı ‘iyi’ bir hükümdar profili çizmektir.

Hükümdar, insanların gönüllerinde ve gözlerinde derin bir saygı uyandırmalıdır.

Onun ilmi, birçok aydınlığın beslendiği, insanları karanlıktan kurtaran bir mum gibi olmalıdır.

Halkın en basit bir ferdi dahi ona kolayca ulaşabilmeli, maruzatını bizzat arz edebilmelidir.

Vezir ve pişkârânı (askeri bürokrasi) iyi ve asil olmalı; işleri ehline vermeli, yeni yetme toy delikanlılara değil, tecrübeli yaşlılara emanet etmelidir.

Kişiyi altın sahibi değil hüner sahibi olduğundan tutmalı, dünya çıkarı için dinini satmamalıdır.!

Ama Siyasetname’nin ana teması adalettir—her iş kuralınca dediği…

Hükümdarla diğerleri arasındaki fark “Onun hükmünün geçmesidir”. Bu yüzden adalet, hükümdarın hükümdar olmasının meşruiyetini ve orada kalmaya devam etmesini sağlayan tek kıstastır. Hükümdarların zulmü ve uğursuzluğu yıkım getirir.

“Küfr ile belki amma zulm ile pâydar kalmaz memleket.!” der Nizâmü’l-Mülk…

Yani, dindar bir Müslüman olmasına rağmen devlet yönetiminde adaleti ‘dinin’ üzerinde tutar.

Selçuklu işte böyle—bu tıynette bir Sultan ve vezirle—Selçuklu olur…

Ama Nizâmü’l-Mülk de, Alparslan ve Melikşah gibi suikastla öldürülmüştür.

1092 yılında önce onun ve kısa süre sonra da Melikşah’ın ölümüyle, adaletin yerini ‘zulm’ alır ve zaten genç bir devlet olan Selçuklular 45-50 yıl içinde tarihe karışırlar.

Nizâmü’l-Mülk’ün ölümünden hemen sonra İngiltere’de 1100 Özgürlükler Bildirgesi’yle başlayan ‘adil yönetim’ süreci 1215’te Magna Carta’yla sonuçlanacaktır. Magna Carta esasen Siyasetname’nin dönemin İngiltere koşullarına uyarlanmış halidir.

Buna karşılık -- hukuk bir yana -- Kanuni’nin bile başaramadığı ‘kanun’ devleti kavramının bize ulaşması 1876’dır ki II. Abdülhamit ona bile ancak bir yıl tahammül edebilmiştir.

Hani şu Kırklareli Valisi’nin geçen gün yere göğe sığdıramadığı, dönemin Nizâmü’l-Mülk’ü Mithat Paşa’yı boğduran padişah…

Sonrasında Osmanlı da—Selçuklu gibi—zulm ile ancak 40-45 yıl yaşayabildi ve yıkıldı gitti.

Zira, “Küfr ile belki amma zulm ile pâydar kalmaz memleket.!

Heyhat; içi boş böbürlenmelerin hiçbir anlamı ve hiç kimseye hiçbir yararı yok.!

Malazgirt’teki “O iradenin” esasen hak ve adalet üzre durduğunu bilmiyorsanız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haldun Solmaztürk Arşivi