
Pelin Batu
Sürrealizmin Femme-Enfant’ı: Leonora Carrington
Bu hafta sonu “Küllerinden Doğan Kadınlar” adlı öykü kitabında yayımlanan hikâyem “Leonora” için söyleşi ve imza vermek için güzeller güzeli İzmir’e geldim. Bu vesileyle sizlere kısa öykümdeki ilham perim Leonora Carrington’dan bahsetmek istiyorum.
Sürrealizm akımındaki erkek egemen dünyada tabloları ve heykelleriyle bir ilham perisi değil yaratıcı olan, ayrıca yazdığı tuhaf, karanlık, gotik metinlerle çağının en ilginç kalemlerinden biri olan Carrington’un uzun hayatı bir başkaldırının ve sanat yoluyla yücelmenin de hikâyesi.
Leonora Carrington’un İngiltere’nin en varlıklı ailelerinden birine doğmuş olması, rahat bir hayat sürdüğü anlamına gelmiyor.
Pamuk işinden zenginleşmiş kuzeyli, despot İngiliz babasına kendi deyimiyle “Mafioso” der.
İrlandalı annesi Marie’yi ise mitolojist olarak tanımlayan, onun sanata yönelmesindeki en önemli etken olan masalsı bir kadın olarak anlatır.
Aile daha sonraları Carrington’un müthiş kısa hikâyelerindeki fonu oluşturan Nouveau-Gotik Crookhey Hall’da yaşarken Carrington, mürebbiyelerden ders alır ama sonra her soylu/zengin kız çocuğu gibi rahibe okuluna verilir. Fakat yazıldığı tüm okullardan atılır.
Foto: MOMA
RAHİBELERİ KORKUTAN YETENEK
Bir kilise okulunda hem sağ eli hem sol eliyle aynı anda yazdığı için rahibeleri “şeytan işi” diye fena halde korkutur. (Bu arada daha sonraki yıllarda hem sağ hem sol eliyle resim yapacaktır).
Sonunda bir yerden mezun olsun da ne olursa olsun diye ailesi onu Floransa’ya gönderir. Ama babası onun sanatla uğraşmasına şiddetle karşı çıkıyordur. Kendisinin anılarında anlattığı üzere katı babası sanatı “İğrenç ve geri zekalılara has” olarak tanımlar ve ‘Ancak fakir ya da eşcinselseniz bu işle uğraşabilirsiniz’ diye düşünür. Annesiyse Leonora’nın sürrealizm akımıyla tanışmasına vesile olur; ona Herbert Read’in ilk sürrealist analizlerinden olan kitabını hediye etmiştir.
Leonora babasına rağmen sanatçı olmaya karar verir ama bu o kadar kolay da değildir. Sadece babası değil sanat camiası da bağımsız bir kadına çok açık değildir.
20’lerde ve 30’larda sanatçıların hayatına bakın- deli/deha pek çok erkek ressam vardır fakat kadın figürleri onların ya sevgilileri ya modelleri ya da eşleridir.
Ayaklarının üzerinde duran tek tük kadın sanatçı vardır.
Velhasıl ailesi onu sanat dünyasının tehlikeli sularından çekmek için evlilik çağına gelmiş güzel kızlarını Kraliçe’nin huzuruna çıkarıp münasip bir eş avına sokmaya kalkarlar. Leonora, kurbanlık koyun gibi evlendirilmeye karşıdır, kaçar.
MAX ERNST ETKİSİ
Londra’da zamanında sürrealistlerin tanrısı olan Max Ernst’ın eserleriyle ilk kez karşılaştığında derinden etkilenir. Daha sonraları Ernst’le tanışmadan önce eserlerine aşık olduğunu söylemiştir. Ama Ernst’ten ileri yaşlarında pek bahsetmeyi istemez zira bu biyografik dedikoduya girer ve Carrington, yaşadığı ilişkilerden çok eserleriyle anılmak istiyordur.
Leonora Hanım yaşasaydı belki bana kızardı ama burada ondan bahsedip onu bu kadar köklü bir şekilde etkileyen Max Ernst’le ilişkisinden bahsetmemek olmaz.
Carrington, Max Ernst’le tanıştığında kendisi 19, Max 46 yaşındadır ve evlidir. İkili ortak arkadaşları tarafından tanıştırıldıktan çok kısa bir süre sonra Londra’yı beraber terk edip Paris’e geçer. Carrington, sürrealizmin kurucusu Andre Breton’un kutsadığı femme-enfant yani çocuk kadının ta kendisidir.
SÜRREALİST OYUNLAR
Max’le beraber hayatları bir oyuna dönüşür. Bir keresinde yanlarında kalan misafirleri uyurken saçlarını gizli gizli kesip omletlerine katmaktan tutun yaptıkları bahçıvanlığa, evciliğe, sanatlarına her şey bir oyuna çevrilir. Ernst daha eşinden ayrılmamıştır, bunun haricinde diğer sürrealistlerle de bazı sürtüşmeler olunca ikili Ardeche’e kaçar.
Kulağa her şey eğlenceli ve çılgın geliyor olabilir ama iki ressamın tablolarına bakarken arkada karanlık bir şeylerin dolandığını anlıyorsunuz. Kendini Napolyon’dan daha başarılı gören narsist eğilimli bir baba figürü olma adayı olup kendi çocukluğundan kurtulamayan bir büyük ressam ve heykeltıraş, beri tarafta sevgilisine hayran, yaratıcı ama herkesle köprüleri yakmış yalnız bir İngiliz kadın....
Ernst, şaşırılmayacak şekilde Carrington’un yazılarını destekler ama resim/heykel alanı olan kendi hegemonyasına girince o kadar cesaretlendirici değildir. Bu arada eşinin yanına gidip gelirken sevgilisini bir başına Fransa’nın sakin bir köyünde bırakır; kız, geri dönüp dönmeyeceğini bilmez, sürekli bir endişe içindedir.
NAZİLER ORTAYA ÇIKINCA…
Ama asıl kırılma Nazilerin Avrupa’yı fethetme hamlesiyle başlar. Önce Nazi sempatizanı Fransız yetkililer Yahudi olan Ernst’i tutuklarlar. Leonora tam bir şahin kesilip sanat dünyasını örgütleyip Ernst’in hapisten salınması yolunda baskı yapar ve başarılı olur.
Fakat Naziler Fransa’yı alınca, Vichy yalakaları gibi “anlayışlı” davranmazlar. Ernst ve pek çok sanatçı, SS’lerin deyimiyle “dejenere” sanat yaptıkları iddiasıyla gestapo tarafından tutuklanıp toplama kampına gönderilir.
Bunun üzerine Leonora Carrington kafayı sıyırır.
Daha sonra Down Below adlı otobiyografik eserinde kaleme aldığı tımarhane günlerini ölüm gibi tarif eder.
Max Ernst tutuklandığında öyle bir üzüntü ve panik yaşar ki adeta katatonik kesilir, insanlığını unutur. İspanya’daki akıl hastanesindeki Doktor Morales ona bir kobay muamelesi gösterip Cardiazol gibi ağır ilaçlar verir- böylece Carrington epileptik krizlerden mustarip olur.
AMERİKA’YA KAÇIŞ
Böyle devam etse belki iyice akli dengesini yitirecektir ama ne yapıp eder ve hastaneden kaçar. Kendinden yaşça büyük şair ve diplomat Renato Leduc tarafından kurtarılır- ikili, Picasso tarafından tanıştırılmış, daha sonraları Renato, Leonora’ya diplomatik dokunulmazlık sağlamak için onunla evlenmiştir. Beraber Nazi Avrupa’sından Amerika’ya kaçarlar.
Bu arada uğruna tımarhaneye yattığı Max Ernst’e ne oldu diye merak edenler olursa, o ve diğer pek çok sürrealist sanatçı, sanatçıların hamisi ve Guggenheim Müzelerinin kurucusu Peggy Guggenheim tarafından kurtarılır. Peggy, Max’e sırılsıklam aşık olmuştur ama Leonora’ya da çok üzülmüş, hatta Avrupa’dan kaçması için bilet almayı bile teklif etmiş (ama reddedilmiştir).
Sonuçta Ernst, Amerika’da sırtını sermayeye dayayıp krallar gibi yaşar ve üretir. Leonora ve Ernst ise asla bir araya gelmez.
MEKSİKA’YA AŞIK OLUR
Leonora’nın daha sonraki hayatının çoğu aşık olduğu Meksika’da geçer. Pek hazzetmediği anavatanına yıllar sonra sadece bir kere, o da çok sevgili annesinin cenazesine katılmak için döner ve cenazenin ardından hemen ayrılır.
94 yıllık hayatında yazmaya, heykel yontmaya ve tablo yapmaya devam eder. Aynı zamanda Meksika’daki kadın hareketinde aktif bir rol oynar.
Renato ile göstermelik evliliğinden sonra Emerico Weisz adlı Macar asıllı fotoğrafçıyla hayatını birleştirir ve iki tane oğlu olur. Büyük korkularına rağmen daha sonra benzer bir sinir/kaygı krizi yaşamaz. Çok verimli bir sanat hayatı olur.
Bugün Mexico City’ye gitmek için pek çok nedenimin başında Leonora Carrington’un pek çok eserine ev sahipliği eden müzesidir. Ayrıca şehrin muhtelif yerlerine yerleştirilen, Tim Burton’un Betelgeuse’undaki canavarları andıran devasa heykelleri.
Hikâyelerine gelince, şayet karanlık, oyunbaz, şaşırtıcı, tekinsiz edebiyata ilgi duyuyorsanız, Leonora Carrington tam sizin kaleminiz.
Tarihte bugün, 25 Mayıs 2011’de vefat eden son sürrealistlerden Carrington’a teşekkür borçluyum… O, duygularını korkusuzca yaşayıp onları eserlerine taşıma cesareti göstererek hepimize ilham ve cesaret vermiş bir kadın.