Teröristten moda ikonu yaratmak!

ABD’nin Afganistan’dan çekilme kararını uygulamaya başlaması ile birlikte, yerkürenin çağdaşlık iddiası güçlü olan devletlerinin “insan algısı” ile ilgili bir tereddüdümüz kaldığını sanmıyorum. Kabul edebilecekleri sığınmacı sayısını iki elin parmakları ile sınırlayan ve ölmeyi orada kalmaya tercih eden insanların akıbetini seyretmekle yetinen devletlerden demokrasi bekleyen, onların kâğıt üstünde “insan” merkezli projelerini ciddiye alan sözde entelektüellerin altına sığındıkları hümanizm çatısının da bir hayalden ibaret olduğu bir kez daha görüldü.

Askeri açıdan sayısal üstünlükleri olsa da; toplumun ruh köklerine nüfuz edemeyen, kısaca toplumsallaşamayan ve görece gücünü emperyalizmin desteğine borçlu olan bir yapıdan “kurtuluş hareketi” çıkamayacağını da bir kere daha görmüş olduk. (Bir anlamı olmayacağını bilsem de; kurucu değerlerimiz hakkında atıp tutan zevatın bu vesileyle kulaklarını çınlatmış olayım.) Nitekim ABD tarafından kendilerine sağlanan yönetim süresi boyunca edindikleri kişisel servetleri ile kaçmaları da böyle bir ideal uğruna orada bulunmadıklarını gösteriyor. Elbette kendi halkları da bunun farkında idi ve başkaca bir beklentilerinin olduğunu da düşünmüyorum. Afganistan yakın tarih süresince önce Sovyet Rusya sonra da ABD emperyalizminin yayılmacı politikalarının hedefi oldu. Bu coğrafi kadersizlik; 40 milyonluk Afgan halkının, yarattığı vahşet bir yana devlet kurabilecek kadroları dahi olmayan ve daha düne kadar terör örgütü muamelesi gören bir yapının inisiyatifine bırakılması ile sonuçlandı. Şimdi ise diplomatik düzeyde Taliban’ın ılımlı ve itidalli açıklamalarından memnuniyet duyuyor, ne kadar insaflı, ne kadar demokrat, ne kadar çağdaş olabilecekleri üstüne retorik yapıyoruz.

Taliban’ın resmi düzeyde muhatap alınması ve masaya oturabilecekleri zeminin hazırlanması için çalışmalara başlandı. Bu durumun, bölgesel ilişkiler açısından konjonktürel bir gereklilik olduğunu kabul edelim. Öyle dahi olsa; bunun anayasal ölçekte “laik ve demokratik” Türkiye’yi yönetenler tarafından “inanç ortaklığı” temelinde ele alınıyor olmasının kabul edilebilir bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Uygulamadaki farklılıklar ve Türkiye toplumun inanç algısı da bu düşünceyi doğruluyor. Kaldı ki; diplomatik çözüm yöntemleri masada duruyorken, diyalog zemini yaratmanın tek ve doğru yolunun Taliban ile fikirsel bir yakınlık kurmaya çalışmak olmadığı da aşikâr. Tabii bu politika, ısrar edilme nedeni bir türlü anlaşılamayan “Kabil Havaalanını Koruma” misyonunun bir uzantısı ise ve arka planında topluma açıklanmayan bir takım beklentiler varsa onu bilemiyorum.

Son dönemde Türkiye’yi yöneten zihniyet, politik ve içtimai hayatın tüm veçhelerini din ekseninde ele alıyor. Doktrinel olarak buna ne kadar bağlı kaldıklarını ve ne kadar samimi olduklarını en azından bu yazı kapsamında tartışmayacağım. Fakat bu tutumlarının, laik rejim düşmanı birileri tarafından fırsata dönüştürüldüğü ve onları boylarından büyük laflar etmeye sevk ettiği aşikâr. Bu insanlar hep vardı, sadece şimdi iktidarın gücünü arkalarında hissettikleri için daha cesurlar. Taliban sözcülerinin demokratik bir yönetim anlayışı olmayacağını ve ne olursa olsun ülkeyi şeriat ile yöneteceklerini söylemelerinin üstüne, bu “birileri” İslam Devleti özlemlerini dillendirmeye ve şeriat güzellemeleri ile köşelerini ve sosyal medya hesaplarını doldurmaya başladılar. Tartışmaya kapalı bir dogmatizmi referans alıyor olmaları kendileriyle herhangi bir mesele üstüne fikir tartışmasına girmeyi ve mutabık olmayı imkânsız kılıyor. Taliban’ın zaferi(!), kendilerine laiklik ve demokrasi düşmanlıklarını faş etme imkânı sağladığı için işlerine geldi. Bu zevatın şu anda hayatta olmayan bir mensubunun, - kendi camiaları içinde genel kabul gören - “Kurtuluş Savaşı”nın kazanılmış olmasına hayıflanması türünde şedit çıkışlara tanık olduğumuz için, bugünkü tepkilerini olağan karşılıyor ve şaşırmıyoruz.
Beni asıl hayrete düşüren; çağdaş dünyanın yarattığı özgürlük ortamının tüm nimetlerinden yararlanan, bilumum açılış ve davette boy gösteren, suya sabuna dokunmayan “tarz-ı hayat” yazıları yazan, adıyla sanıyla adres göstererek de neredeyse bir reklam (advertorial) yazarına dönüşen isimler tarafından zımnen yapılan Taliban propagandası… Geçtiğimiz hafta, Hürriyet gazetesinin eski ve yeni genel yayın müdürleri aynı gün, sözleşmişçesine, şöhretlerini yarattıkları vahşete borçlu olan Taliban militanlarının imajlarını konu eden yazılar yazdılar. Kollarındaki saatlerden, ceplerindeki kalemlere, ayaklarındaki spor ayakkabılardan, HİP-HOP tarzı renkli kıyafetlerine kadar varan yorumlarla, kafa kesen, recim eden, cinayet işleyen, kadın katili çağ dışı tipleri neredeyse birer moda ikonu gibi lanse ederek normalleştirmeye çalıştıklarını da görmüş olduk. Eğer toplumu olası fikri ve fiziki birlikteliklere hazırlamayı görev edinerek iktidara şirin görünmeye çalışıyorlarsa, bu tutumun toplum nezdinde hiç hoş karşılanmayacağını bilmeleri ve günlük adım sayıları ile yüksek testosteron sarkacında gidip gelen yazılar yazmaya devam etmeleri daha doğru olacaktır.

Kontrolsüz göçmen akınına uğradığımız böyle bir dönemde sınır güvenliğini sağlamaya yönelik tedbirlerin artırılması ve bu eksende politika üretilmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu zorunluluk, dünya devletleri ile paralel olarak Taliban ile diplomatik ilişki kurmayı da gerektirebilir. Ancak; ne şart altında olursa olsun Taliban ile kültürel bir bağ kurmamızı, yarattıkları vahşeti unutmamızı ve inanç ekseninde de olsa yakınlığımız olduğunu ifade edecek kadar ileri gitmemizi gerektirmiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi