Kaya Türkmen
Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti değil
Bakmayın siz Adalet Bakanının, “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir” veya “Demokratik sistemimizin temel taşlarından biri, kuvvetler ayrılığı ve yargının bağımsızlığıdır” deyip durduğuna.
“Yargı süreçleri üzerinde hiçbir baskıyı kabul etmediğimiz gibi yargıyı etkilemeye yönelik her türlü girişime karşı olduğumuzu herkesin çok iyi bilmesi gerekir” dediğine de bakmayın.
Bunların hepsi boş laf.
Türkiye bugün hukuk devleti filan değil.
Kuvvetler ayrılığı ise artık kağıt üzerinde dahi yok. Bugünkü anayasanın mimarları Cumhurbaşkanının yetkilerinin geniş olması ve “Zavallı Obama” durumuna düşmemesi için üç kuvveti de tek bir adamda birleştirdiler.
Yargı da bağımsız değil. Mahkemeler yürütmenin, yani Saray’ın güdümünde.
Hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu ülkelerde, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kararlarının hiçe sayılması, alt mahkeme tarafından uygulanmaması, Yargıtay’ın AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmaları gibi hususlar akla dahi gelmez.
Hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu ülkelerde, muhalif görüşlere ya da siyasi rakiplere karşı hukuk dışı yollarla müdahalelerde bulunulmaz, ifade ve siyasi faaliyet özgürlükleri sistematik bir şekilde baskı altına alınmaz.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun otuz küsur yıllık diplomasının o konuda yetkisi olmayan üniversite yönetim kurulu tarafından iptal edilmesi gibi bir uygulama hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu ülkelerde hayal dahi edilemez.
Hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu ülkelerde kaçma şüphesi veya delil karartma ihtimali olmayan sanıklar tutuklu yargılanmazlar. Tutuklu yargılanma istisnai bir uygulamadır.
Hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu ülkelerde hem yargı bağımsızlığının hem de hukukun üstünlüğünün temel unsurlarından biri hakim teminatıdır.
Hakim teminatı, hakimlerin siyasi otorite, kamuoyu baskısı veya çıkar gruplarının etkisi olmadan, yalnızca hukuka ve vicdani kanaatlerine göre karar verebilmelerini sağlamak için getirilen anayasal ve yasal güvenceler.
Bizim anayasamıza göre de yargıçlar, kanunda açıkça belirtilen istisnalar dışında görevlerinden uzaklaştırılamaz, görev yerleri değiştirilemez. Disiplin suçu veya sağlık gibi kanunda belirtilen zorunlu haller dışında azledilemezler, emekliye sevk edilemezler. Verdikleri kararlar nedeniyle kişisel olarak sorumlu tutulmaz, yalnızca ağır kusur veya suç teşkil eden hallerde yargılanabilirler.
Gerçekte ise durum farklı.
Ekrem İmamoğlu’nun, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’e yönelik “kamu görevlisine karşı görevinden dolayı alenen hakaret”, “tehdit” ve “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek” suçlarını işlediği iddiasıyla yargılandığı davada hukuka ve vicdani kanaatlerine göre hareket ederek İmamoğlu’nun tüm suçlamalardan beraat etmesi yönünde oy kullanan hakim görevinden alınarak iş mahkemesi hakimliğine atandı.
İzmir Büyükşehir ve İZBETON hakkında açılan davalarda hukuka ve vicdani kanaatlerine göre tahliye kararı veren kıdemli hakimler görevden alınarak tüm hakimlere gözdağı verildi.
Ayşe Barım davasında tutukluluğun kaldırılması için yapılan başvuruda hukuka ve vicdani kanaatine göre tahliye kararı veren asliye ceza mahkemesi hakimi tüketici mahkemesine sürüldü ve hakkında soruşturma açıldı.
Bugün Türkiye’de tanık olduğumuz gibi, hukukun üstünlüğü ilkesinin bizzat hükümet eliyle aşındırılması, kanun ve kuralların eğilip bükülmesi, sadece yargının tarafsızlığını değil, toplumsal ahlâkın bütün katmanlarını da çökertecek bir zincirleme tepkiye neden oluyor.
Yönetici sınıfın hukuku kendi çıkarları için esnetmesi, vatandaşın zihninde bir meşrulaştırma yaratıyor. "Madem yukarıdakiler kural tanımıyor, ben neden tanıyayım?" diyor insanlar.
Ve bu zehirli düşünce en basit gündelik davranışlardan en kritik ekonomik kararlara kadar sızıyor.
Birlikte yaşamanın altın kuralları olan dürüstlük, başkasının hakkına tecavüz etmeme, adil olma gibi değerler, toplumun tepesinden tabanına kadar gözle görülür bir erozyona uğruyor.
Bütün bunların üzerine bir de “kuralsızlığın pragmatizmi” ekleniyor: Trafikte kırmızıda geçmekle başlayan, okulda kopya çekmekle normalleşen, ihalede şeffaflık yerine “kolay yolu” aramakla kurumsallaşan bir zihniyet yaygınlaşıyor.
İnsanlar emniyet şeridini ihlal ediyor, kırmızı ışıkta geçiyor. Bu şekilde bir sürü vakit kazandığını düşünüyor, kurallara uyanlara “enayi” diyor.
Sıra beklemede, ortak alanların kullanımında nezaket unutuluyor. “Herkes öyle yapıyor” cümlesi gerekçe haline geliyor. Küçük çıkarlar için büyük ilkeler feda ediliyor. Güvene dayalı ilişkilerin yerini çıkar temelli suç ortaklıkları alıyor. “Nasılsa imar affı çıkar” beklentisiyle bildiğini okuyanlar çoğalıyor. Atamalarda liyakat yerine referansın belirleyici olduğu algısı insanları “dayı” arayışına mecbur ediyor. İhale şartnameleri adrese teslim hazırlanıyor.
İnsanlar örneklere bakıyor… Emekleriyle alamadıkları diplomanın sahtesinin peşine düşüyor.
Balık baştan kokuyor.
Toplum göz göre göre çürüyor.