Vesayet rejiminden şahsım devletine

Değerli gazeteci-yazar Fikret Bilâ geçen ay yayınlanan Karşı Devrim (1923’ten 2023’e) adlı kitabında Akape öncesi Türkiye’deki rejimi vesayet altında bir demokrasi olarak tarif ediyor. Ordu, cumhurbaşkanı ve yüksek yargının üçlü vesayeti.

Bilâ, 1961 Anayasasının Türkiye’de laik ve demokratik bir düzen ve çağdaş bir çoğulcu demokrasi kurduğunu, fakat bunun ancak Türk Silahlı Kuvvetlerinin çizdiği sınırlar içinde yaşaması mümkün olabilen bir rejim olduğunu TSK İç Hizmet Kanunu, Milli Güvenlik Kurulu gibi örnekler üzerinden izah ediyor.

27 Mayıs 1960 sonrası asker kökenli cumhurbaşkanlarının üçlü vesayet sisteminin ikinci ayağını oluşturduğunu anlattıktan sonra, üçüncü ayağın yüksek yargı olduğunu söylüyor.

Askeri darbelerden sonra kurulan özel mahkemelerin, sıkıyönetim mahkemelerinin, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin, Yüce Divan sıfatıyla siyasileri yargılama, siyasi partileri kapatma yetkisi olan Anayasa Mahkemesinin, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının oynadıkları role değinerek, “cumhuriyeti koruma ve kollama” görevini üstlenen yüksek yargının da siyaset alanını belirleyen üçüncü kurum işlevini gördüğünü hatırlatıyor.

Siyasal İslamcı Akape işte bu üçlü vesayeti ortadan kaldırmalıydı. Çünkü sistem laikliğin en önemli koruyucusuydu ve devleti bir İslamcı akıma teslim etmeyecekti.

Her fırsatta “Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz” diyen, “İslam, hayatımızın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan, kurallar, yasaklar manzumesidir. Yaşantımızın her safhasını düzenleyen bir dine inanıyoruz. Ömrümüzün sonuna kadar Müslümanca yaşamakla emrolunduk” sözleriyle dünya görüşünü özetleyen bir lider yönetiyordu siyasal İslamcı iktidarı.

O iktidarın bugün kanlı-bıçaklı olduğu müttefiklerinin de yardımıyla TSK’yı da, cumhurbaşkanlığını da, yüksek (hatta yüksek olmayan) yargıyı da hangi yol ve yöntemleri kullanarak ele geçirdiğini milletçe gördük.

Vesayeti kırarak ülkeye ileri demokrasiyi getirmeyi vaat eden iktidarın kuvvetler ayrılığından vazgeçip kuvvetleri tek bir kişide birleştirmek suretiyle inşa ettiği rejim bugün “Seçimli otokrasiden”, “Neopatrimonyal sultanizme” hatta “İslamo-faşizme” kadar uzanan çeşitli tanımlamalarla anılıyor.

Çeşitli düşünce kuruluşları tarafından demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler, düşünce ve ifade özgürlüğü, basın hürriyeti, gösteri ve protesto özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, şeffaflık gibi çağdaş demokrasileri tanımlayan alanlarda yapılan tüm ölçümlerde Türkiye listelerin utanç verici diplerinde yer alıyor.

Sabah akşam dini ve toplumsal değerlerden dem vuran siyasal İslamcı iktidarın yönettiği Türkiye yolsuzluk liginde ise başa güreşiyor. İktidarın koruduğunu söylediği değerlerin yolsuzluk ve hukuksuzlukla bir meselesi olmadığı, evrensel ahlakla örtüşmediği anlaşılıyor.

Bugün Türkiye’de muhalif siyasetçiler ve insan hakları savunucuları hapislerde çürütülür, iktidarı protesto gösterilerine katılmak gibi en temel anayasal haklarını savunanlar teröristlikle itham edilerek yargılanırken, dini cemaat ve tarikatlarda dönen karanlık ve ahlaksız işler görmezden geliniyor.

Laiklikle birlikte demokrasinin de ağır darbe yediği Türkiye’mizin bugün sürüklendiği noktada gençler ülkelerinden ümitlerini kestiler. Çoğu geleceğini yurtdışında arıyor.

Ve tüm otoriter rejimlerde olduğu gibi, özgür düşünceden korkan iktidar üniversiteyle kavga ediyor, aydınlarla kavga ediyor, sanatla kavga ediyor, özgür basınla kavga ediyor, gerçekle kavga ediyor.

Özgür basına RTÜK ve Basın İlan Kurumu vasıtasıyla yapılan baskılar yetmemiş olacak ki dezenformasyon yasa tasarısı diye takdim edilen ve güya yalan haberle mücadele etmeyi amaçlayan bir sansür yasasını indiriyor iktidar tepemize.

Laik cumhuriyet için de Akape adlı karşı devrim hareketi için de bir ölüm-kalım meselesi haline gelen 2023 seçimlerine giderken, isteniyor ki iktidar eleştirilmesin, onun politikalarına aykırı düşünceler dillendirilmesin, muhalefet sesini kessin.

İsteniyor ki herkes sussun. Her gün, her saat, sadece o metalik ses konuşsun…

Meclise getirilen ve sosyal medyayı hedef alan sansür yasa tasarının 29. maddesinde “halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli olacak şekilde alenen yaymak” suç olarak düzenleniyor.

Tasarıyla ilgili eleştiriler de ağırlıklı olarak bu madde üzerinde yoğunlaşıyor. Paylaşılan haberin gerçeğe aykırı olup olmadığına da, halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle yani güdüsüyle yayıldığına da, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığıyla ilgili olduğuna da Akape ilçe yöneticiliğinden hakimliğe kaydırılanlar gibi elemanlar karar verecek üstelik.

Bu işleri Hitler de yaptı, Mussolini de, Franco da, Salazar da. Hiçbiri hayırla anılmıyor. Bugün de aynı şeyi Putin yapıyor, Hamaney, Bolsonaro yapıyor. Hiçbiri hayırla anılmayacak.

Bir ara Wikipedia’yı yasaklamışlardı da Cumhurbaşkanı Gül yasağın nasıl aşılabildiğini anlatmıştı. Yine öyle yaparız.

Ne diyor Erkan Baş?

“Her şeyi kapatsanız, dumanla haberleşip yine sizi yıkacağız!”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kaya Türkmen Arşivi