Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

Birleşmeler, Buluşmalar

Arar, kardeşim.

Konuşur.

İsterse evine gider. Orada konuşur.

Konuştuğunun haberi yapılınca, “Şşt! Bir dakika! Herkes sussun! Barış dili konuşsun!” olur. Bizler yani “tuzu kurular” ne anlarız bu işlerden…

Yılmaz Erdoğan, Devlet Bahçeli’yi aramış birkaç gün önce. “Terörsüz Türkiye” süreciyle ilgili katkılarından dolayı teşekkür etmiş. Bahçeli de Erdoğan’a “Severek izliyoruz” demiş. Televizyon dizisini kastederek demiş. Terörsüz Türkiye’yi severek izliyoruz, demek istememiş. Her şeyi yanlış anlıyorsunuz, kardeşim!

Kar, kışın yaklaştığını gösterir. Daha önce kar görmemiş birinin işaret parmağıyla havada uçuşan kar tanelerini gösterip “Bunun anlamı ne?” diye sorması acayip değildir. Sormayıp duruma adapte olmak, imkansızmış gibi görünen birleşmeleri, buluşmaları bir haz nesnesi haline getirip kapılmak hoştur. Ama ortada haşin bir sabırsızlık var; dikkat edin. Anlamın ve gerçekliğin var olduğu bir dönemi hatırlamayacak kadar yaşlı değiliz hiçbirimiz. Acı olan ademgillerin bunu unutmuş gibi yapmasıdır.

Bir örnek üzerinden anlatmaya çalışayım. Kolay olmadığını söylemem lazım: İçsel çatışma yaşamak ve psikolojik dönüşüm geçirmek piknik alanında çimlere uzanmak gibi bir şey değil. Biat etmek bazıları için kolay bazıları için zor. Kariyerine bir sol entelektüel olarak başlamış olabilir, insan. Ama tiyatro dünyasında yükselmek, daha da ünlenmek, en üst noktaya ulaşmak için iktidara yakın olmanın gerekliliğini fark ettiği bir an yok mu? Ruh, iktidara satılır mı?

İktidarın sanatçılar üzerindeki baskısı kişinin kendi güvenliğini ve geleceğini tehlikede hissetmesine yol açıyor. Varlığını koruması lazım. Statüsünü koruma içgüdüsü de diyebiliriz. İlk başlarda iktidarla arasına mesafe koymak istese de zamanla kendi kararlarını rasyonalize ederek yani mantık açısından tutarlı bir nedene bağlayarak yaptığı işin doğru olduğuna kendini inandırıyor. O sırada insanın içinde konuşan Mephisto değilse kimdir? Fısıltıyı dinleyin; “Sanatı korumak…”, “daha büyük bir amaç için çalışmak…” gibi bahanelerle bir meşrulaştırma öyküsü duyarsınız.

Sonrasında, iktidarın görünmez desteğiyle sahne projeleri, dizi projeleri gerçekleşir, büyük salonlarda oynamalar ve hatta tiyatro yönetimi pozisyonlarına getirilmeler vesaire. Arkadan gelen sanatçılar, biraz geç kaldıkları için iktidarın yanında olmakla büyük kazançlar sağlamayabilir. Olsun. İktidarın sunduğu minicik fıçıcık fırsatları değerlendirmeyen ölsün.

Ama işte vicdan yok mu… Nasıl bir yüktür o? Kovarsın, kovarsın yine gelir. Vicdanının altında ezilir de ezilir. Günün sonunda bu tecrübeden öğrendiğimiz yükselişlerin kişisel bir başarı olmadığıdır, ahlaki çöküşün simgesi haline geldiğidir.

Yok, canım. Yılmaz Erdoğan’dan bahsetmiyorum ki ben. Onu elinde kırıştırdığı, rulo haline getirdiği az yapraklı defteriyle ortak bir dostumuzun evinde, divanda utangaç utangaç oturup şiir yazışıyla ve yüzündeki erken çizgilerle hatırlarım. Dışarıda hiç dinmeyen kar… Ne anlama geldiğini bildiğimiz.

1936 yılında, Alman yazar Klaus Mann’ın yazdığı “Mephisto: Bir Kariyerin Romanı” isimli eserinden bahsediyorum, yukarıda. İkinci Dünya Savaşı henüz çıkmamış ve Nazi faşizmi güçlenerek devam ediyorken yazdı, Klaus Mann. Üstelik romanın baş kahramanı Höfgen’in dönemin meşhur tiyatro yazarı, oyuncusu, oyun yönetmeni olan Gustaf Gründgens’i temsil ettiği söylenir.

Romanın özü: Ruh, iktidara satılır. Oradan elde edilen, kazanılan her şey günün birinde bir tür lanet haline gelir.

Bahçeli Selo’yu telefonla aramış. Selo meşgule atmış, iyi mi…

Yine arar, kardeşim.

Konuşur.

İsterse hapse gider. Orada konuşur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi