Bahattin Yücel
CHP, ümmet ve Ortadoğu üzerine
Türkiye 2.Dünya Savaşı’nın ardından İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında, değişen dengelerin baskısıyla yönünü Batıya çevirdi. Kurtuluş Savaşı sürecinde askeri yardım dahil destek veren, Sovyetler ile ABD’nin liderliğini üstlendiği Anglo-Sakson İttifakı arasında kalan İnönü, tercihini ABD’den yana kullandı.
Serbest seçimlerle 1950 yılında iktidara gelen DP, bu ilişkiyi derinleştirerek, Türkiye’yi NATO şemsiyesi altında konumlandırdı.
Anglo-Sakson İttifakının; Türkiye’nin dış politikasından daha çok iç politikasını da belirlediği bu sürecin, 12 Mart 1971 öncesinde kesintiye uğratılmak istendiği kalkışmalar da oldu.
1967 Savaşının ardından; Ortadoğu’da Filistin Kurtuluş Örgütünün -FKÖ- güçlenmesi, İsrail’in egemenlik alanını daraltma olasılığını ortaya çıkardı. Sovyet Gizli Servisi KGB’nin Bölgede örgütlenmesi ile sorunun boyutları büyüdü. Aynı dönemde petrol fiyatlarındaki yüksek artışlar, Türkiye’yi de olumsuz etkiledi.
1965 seçimleriyle TİP’in TBMM’ye girişi ve grup kuracak sayıda milletvekili çıkarması, ülkede gelişen sol siyasal çizginin süreç içinde gençlik hareketlerini de etkilemesi, Türkiye’de “12 Mart Muhtırası” ile ABD yanlısı darbeler döneminin başlangıcı oldu.
Aradan 10 yıl dahi geçemeden, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile liderliğini ABD’nin üstlendiği, Batı’nın belirlediği siyasal rotaya girildi. Ancak Türkiye, Ortadoğu’dan uzak duran pozisyonunu değiştirmedi.
Lozan’da çözüme kavuşmayan sorunlar arasında ilk sırada yer alan ve Misak-ı Milli içinde tanımlanan, Musul ve Kerkük’ün yeni kurulan Türkiye’nin siyasal sınırlarının dışında tutulması dahil, Ortadoğu ile ilişkilerimizi belirleyen en önemli etken, petrol kaynaklarına kimlerin sahip olacağıydı. Türkiye’de yaşadığımız son bunalımın temeli de farklı başlıklar ile tanımlansa da petrolden başka bir şey değil.
ABD’nin 1990 yılında Irak’a askeri müdahalesi ile başlayan ve Sovyetler Birliğinin tarihe karışmasıyla yaşanan gelişmelerin enerji kaynaklarına sahip olmaktan kaynaklandığı ortada.
Bu süreçte Türkiye’nin kurucu kadrolarının özenle uzak durmaya çalıştıkları Ortadoğu’ya son hızla girişi de çok yeni bir gelişme sayılmaz. Daha önce 1950’lerin sonlarına doğru, Menderes iktidarının Suriye’yi işgale kalkıştığı ve Sovyetlerin uyarısı ile vazgeçildiği artık sır değil. Günün koşullarında özellikle TSK içinde bu harekata karşı çıkıldığı dönemin CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in, İslahiye’de konuşlanan askeri birlikleri ziyaret ettiği ve dış politikada iktidarı destekleyen demeci de biliniyor.
Suriye’de Esad rejiminin çöküşü ile Sovyetler Birliği döneminde başlayan, Rusya ilgisinin çözülmesinin, önemli boşluk yarattığına kuşku yok.
Son gelişmelerden en fazla etkilenen ülkenin, Türkiye olması hiç şaşırtıcı değil. AKP’nin 2002 seçimlerinin ardından ABD ile yürüttüğü dış ilişkilerinin, günümüze kadar uzanan yansımalarına baktığımızda, bu ülkenin bölgede kurgulamak istediği yeni projesinin en önemli bileşenleri arasında yer aldığı anlaşılıyor.
AKP Genel Başkanının BOP’un Eşbaşkanlığını kabul ettiğine ilişkin demeçleri ve en sonunda yeni atanan, ABD Büyükeçisinin Suriye Özel Temsilciliğini de üstlendiğinin açıklanması, rastlantı olamaz.
CHP yeni döneme ilişkin siyasal çizgisini belirlerken, en azından ABD Büyükelçisinin kısa süre önce etkili boykot çağrılarının öznesine dönüşen, bir zincir kafede sahipleriyle birlikte objektiflere verdiği pozu da kesinlikle göz önüne almalı.
Kısaca; İstanbul İl Yönetimi hakkında yetkisi çok tartışmalı bir mahkeme tarafından “görevden alma” kararı verilmesi, bu gelişmelerden bağımsız düşünülmemeli.
CHP yönetimi; Türkiye’de AKP-MHP ortaklığı tarafından başlatılan, yeni vatandaşlık tartışmaları ve Türk-Kürt ve Araplardan oluşturulmaya çalışılan, “ümmet” kavramına ilişkin kesin tavrını da açıklamak zorunda. Bu süreci salt mitingler ve Silivri ziyaretleri ile yönetmek, bir süre sonra muhalefet etkisini yitirecektir.