
Yaşar Seyman
Gündem yoksulluk ve emekliler
Bir ömür verdiler, şimdi bekliyorlar!
Yüzlerinde bir ömrün yorgunluğu, ceplerinde ay sonuna yetişmeyen yoksulluğun isyanı var!
Birçoğu sabahları erken kalkmayı hâlâ sürdürüyor; alışkanlıktan değil, alışverişte erkenci olmak zorunda oldukları için.
Çünkü öğleden sonra manavdan seçme şansı kalmıyor.
Et, zaten vitrindeki bir görsel sadece.
Bir ömür çalıştılar!
Kimisi fabrikada, kimisi okulda, kimisi bir belediye odasında, kimisi devlet dairelerinde, kimisi sıcağın altında taş taşıyarak…
Devlete, millete, çocuklarına, geleceklerine, hepsine birden borçlandılar.
Ve şimdi, en büyük borcu devletten bekliyorlar:
Zam değil aslında bu, bir çeşit “saygı”.
Sadaka değil, çalışırken ödedikleri primlerin kısacası hak ettiklerinin karşılığını bekliyorlar.
Ay sonunu getiremeyen milyonlarca emekli, televizyonlarda zam haberlerini dinliyor.
“Yüzde 10, yüzde 15…”
Rakamlar uçuşuyor ama pazardaki domatesin fiyatı onları çoktan geçti.
İktidar kaşıkla veriyor, enflasyon kepçeyle alıyor.
Kimse sormuyor:
Emekli nasıl yaşıyor?
Evin kirası mı ödeniyor, toruna harçlık mı veriliyor, yoksa reçetedeki ilaç mı alınıyor?
Emeklilik bir dinlenme hakkı değil artık; zorunlu yoksullukla terbiye edilen bir bekleyişe dönüştü.
Ve ne acıdır ki, en uzun kuyruklar emeklilerin ekmek, et, maaş kuyruğu.
En kısa cümleler onların yakınmalarında.
Çünkü yıllarca “Sus, çalış, sabret” diye büyütüldüler.
Şimdi de aynı alışkanlıkla, sessizce bekliyorlar.
Bir emekli, bana geçen gün şöyle dedi:
“Ömrümüz bitti, çalışmakla.
Şimdi susmakla geçiyor.
Bari yaşamak, onurumuzla olsun!”
Geçen hafta örgülü olan emeklilerin sokaklara çıkıp yürümek, hakkını aramak, sesini duyurmak isteği, anında gözaltı ile son buldu!
Emekliler zam kadar görülmek de istiyor.
Saygı görmek, insanca yaşamak istiyor.
Çünkü onlar bu ülkenin geçmişidir. Ve geçmişine sahip çıkmayan hiçbir ülkenin geleceği olamaz!
Bir başka emekli komşumu dinliyorum:
Benimle konuşurken adeta emeklilere mektup yazıyor.
“Kardeşim, biz seninle aynı otobüslerde ayakta gittik.
Aynı çorbayı kaynattık üç gün.
Aynı soğukta aynı paltoyu iki kış giydik.
Bir ömür çalıştık.
İzin günlerini çocuklara adadık, yazlık tatili hiç göremedik.
Ve şimdi, bu yaşta yine bekliyoruz.
Bir zam, bir ek ödeme, bir destek…
Adı her neyse, bizim için “nefes” demek.”
Bir emekliyi dinlerken bakıyorum da bu sabır sadece bizde var.
Canım emeklim, bir dinleyen buldu mu konuşmasını sürdürüyor:
“Kardeşim,
Sen de ay sonunu hesap kitapla yaşıyorsun.
Markette en ucuzunu seçiyorsun, reçeteyi görünce eczacıya mahcup bakıyorsun. Torun ister diye değil, “Acaba veremesem üzülür mü” diye kıvranıyorsun.
Senin de cebinde ayın sonunda bir “hiç” kalıyor.
Ama dilinde yine ‘şükür’ var.
Televizyonda birileri konuşuyor bizim adımıza.
Oturdukları koltuk, bizden uzak.
Yaşadıkları hayat, bizim hayalimiz bile değil.
Ama onlar bizim yerimize karar veriyor.
Kafanı şişirdim, aylar sonra verilen hastane randevuma gidiyorum.”
Komşumun ardından bıraktığı yerden ben yazarak sürdürüyorum:
Emekli olmak dinlenmek değil artık, geçinmenin bir tür sürgünü.
Bu yaşta hâlâ hesap yapıyor:
“Kirayı mı vereyim, ilacı mı alayım, pazara mı çıkayım?”
İnsanın alnındaki terin karşılığı bu olmamalı!
Bu yazıyı okuyan her emekliyle, aynı sofrada oturmuş gibiyiz.
Ayrı evlerdeyiz belki ama aynı duygudayız.
Ve bil ki, biz hâlâ ayaktayız.
Yorgunuz, evet.
Ama dimdik.
Çünkü biz, çocuklarımızı utanmadan büyüttük.
Yalan söylemeden yaşadık.
Ve emekle geçirdik bir ömrü.
Ve belki yıllar sonra, çocuklarımız,
“Onlar yaşarken çok şey beklediler” diyecekler.
Sabırla bekleyen, onurla susan, dirayetle yaşayan tüm emekliler diyor ki:
Unutma: Biz emekliler, dünya döndükçe, toprak nefes aldığı sürece, umutla yürüyeceğiz! Ne seni ne de uygulamalarını unutmayacağız!
Artık gücümüzün farkındayız, biz kazanacağız!