
Sevgin Akış Roney
New Orleans Notları
New Orleans, önce Kanada üzerinden gelen Fransızların ve ardından İspanyolların hakim olduğu, ve tekrar Fransız yönetimine geçtikten kısa bir süre sonra Napolyon tarafından Amerikalılara satılan Lousiana Eyaleti’nin en büyük yerleşim merkezi. Meksika Körfezi ile Pontchartrain Gölü arasında, Mississippi Nehri’nin kıyısında yer alan hareketli bir liman kenti olan New Orleans; Fransız, İspanyol, Afrikalı ve Amerikan yerlilerinden oluşan çok kültürlü yapısı ile ülkenin diğer şehirlerinden oldukça farklı. Blues ve jaz müziğinin doğum yeri olduğunu ise bilmem söylememe gerek var mı?
Yeni yıl arifesinde yaşanan katliamdan beş gün sonra, ABD’de yılın ilk kar fırtınası yaşanırken, önceden planladığımız gezimiz için New Orleans’a uçtuk. Mississippi Nehri bir dirsek atarak şehri hilal ay şeklinde böldüğünden, ingilizcede “crescent city” olarak da adlandırılıyor. Ancak şehrin daha yaygın olarak kullanılan takma ismi NOLA. New Orleans’ın baş harfleri ve Lousiana Eyaleti’nin kısa ifadesi olan LA harflerinin birleştirilmesi ile oluşturulan bu isim şehri dolaşırken her yerde gözünüze çarpıyor. En çok da turistlere satılan T-shirt’lerin üzerinde.
French Quarter: NOLA’nın en turistik bölgesi, şehri gören görmeyen herkesin bildiği, canlı gece hayatı ve ferforje balkonlarıyla ünlü, Fransız ve İspanyol mimarisinin izlerini taşıyan evlerin bulunduğu Fransız Mahallesi. Gece hayatının en yoğun olduğu sokak ise Bourbon St. Hani yılbaşı gecesi o uğursuz saldırının gerçekleştiği cadde. Biz gittiğimizde caddenin girişinde (ki saldırının başlangıç yeriymiş) ölenlerin anısına konulmuş haç işaretleri, mumlar, çiçekler ve minik oyuncaklardan oluşan bir anıt vardı. İçim titreyerek baktım ve hayatım boyunca yüzlerce kez kendime sorduğum soruyu yineledim: İnsanoğlu nasıl bir yaratık?
Biz de her turist gibi gecelerimizi Bourbon St.’te geçirdik. Artık yaşımı başımızı almış bir çift olarak, sokaktaki müzik bombardımanı bizim için çok fazlaydı. Ama daha ilk akşamüstü tesadüfen keşfettiğim “Fritzel’s European Jazz Pub” bizim cennetimiz oldu. Farklı jaz gruplarının ard arda sahne aldığı bu minik mekan bizi büyüledi. Dönüp dolaşıp aynı yere gittik. Yolunuz NOLA’ya düşerse kesinlikle gidin derim. Yemek servisinin olmadığı bu pub’da içkinizi yudumlayarak keyifli bir akşamüstü veya gece geçirebilirsiniz. İçkiden söz etmişken, küçük bir parantez açayım: Ben Küba’nın dışında bu kadar çok daiquiri içilen bir yer görmedim. “Al götür” servisi yapan pizzacılar bile daiquiri satıyor! Parantezi uzatarak, komik bir içkiden de söz edeyim: Bourbon St.’te “Tropical Isle” adlı dört tane barın sahibi olan karı-koca mekanlarında “hand grenade” (el bombası) adını verdikleri ve formülünü gizledikleri buzlu bir içki satıyorlar. Kendi üretimleri olan garip plastik bardaklarda. Denemek için bir tane içtik. Bir özelliği yoktu ama ne gam, barların sahibi olan patron ve patroniçenin çoktan köşeyi döndükleri duvarlarında yer alan, ünlülerle birlikte ve gezip gördükleri yerlerde çektirdikleri fotoğraflardan belliydi!
Fransız Mahallesi’nde bulunan Aziz Louis Katedrali New Orleans’ın en önemli simgesi. Dolayısıyla, Katedralin hemen önündeki “Jakson Square”de, arkama Aziz Louis’i alarak bir fotoğraf çektirmem kaçınılmazdı! Mississippi kıyısındaki “French Market Place” de şehrin cazibe merkezlerinden biri. Günümüzde turistik eşyaların satıldığı ve ayaküstü bir şeylerin yenip içildiği bu pazarda eskiden, tahmin edebileceğiniz gibi, siyah köleler alınıp satılıyormuş! Hemen yanı başında “New Orleans Jazz Museum” yer alıyor. Müzenin bulunduğu ve Fransız Mahallesi’ni doğu tarafında sınırlayan Esplanade Bulvarını geçerseniz Frenchmen St.’e gelirsiniz. Bu sokak da canlı müzik yapılan mekanlar ve restoranlarla dolu. Ama göz alıcı renklere boyanmış binaları, duvar resimleri ve sanat galerileriyle daha bohem bir havası var.
Warehouse / Arts District: Fransız Mahallesi’ni batı tarafında sınırlayan ve Mississippi kıyısından yukarı doğru ilerleyen Canal St. uzun bir cadde, aslında bulvar demek daha uygunmuş ama nedense sokak demişler. Üzerinde tramvayların gidip geldiği caddenin karşı tarafına geçerseniz şehrin daha yeni olan ticari merkezine gelmiş olursunuz. “Warehouse / Arts District” denilen bölgede birbirine çok yakın üç müze (İkinci Dünya Savaşı Müzesi, İç Savaş Müzesi ve güneyli sanatçıların eserlerinin sergilendiği Ogden Müzesi) ve ayrıca bir Çağdaş Sanat Merkezi var. Bölgede eskiden antrepo olarak kullanılan binalar ise yeme-içme mekanları ve minik galerilere dönüşmüş.
Garden District: İçinde Lafayette mezarlığını da barındıran “Garden District” adını görkemli evleri çevreleyen büyük bahçelerden almış. Eskiden plantasyonların bulunduğu bölge, daha sonra Fransız Mahallesi’ndeki “creoles” denilen karışık ırkla birlikte yaşamak istemeyen zengin Amerikalılara satılmış. Kocaman meşe ağaçlarının aklımı başımdan aldığı sokaklarda dolaşıp fotoğraf çekerken, New Orleans’ın “evsiz” sakinlerini düşünmeden edemedim... Lafayette mezarlığına gelince; New Orleans deniz seviyesinin altında yer aldığından ölüler toprağın altına değil, toprağın üstündeki lahit ve mozolelere defnedilirmiş. Şehrin adeta bir açıkhava galerisini andıran bu tarihi mezarlıkları da turistik bir cazibe unsuru olmuş! Lafayette mezarlığı da en ünlülerinden biri. Ama bence siz mezarlığı falan boşverip, bölgeye bitişik Magazine St.’te dolaşın ve bir yerde oturup daiquiri için!
City Park ve Armstrong Park: New Orleans’ın “City Park”ı New York’taki “Cenral Park” kadar ünlü değil ama ondan çok daha büyük. Ülkenin en eski parklarından biri olan Şehir Parkı, devasa meşe ağaçlarının yanı sıra, kısaca NOMA olarak bilinen New Orleans Sanat Müzesi’ne de ev sahipliği yapıyor. Parkın hepsini gezecek vaktimiz olmadı, ancak NOMA’nın yanındaki, kurucuları olan Sydney ve Walda Besthoff’un adıyla anılan heykel bahçesini gezmenizi öneririm... Önereceğim bir başka park ise Armstrong Park. Parkın içindeki Kongo Meydanı, Afrikalı satıcıların her Pazar günü toplanıp hem satış yaptıkları, hem de kendi müziklerini icra ederek dans ettikleri bir alanmış. Zaman içinde yaptıkları müzik yerel kilise müziği ile harmanlanarak jaz ve blues’u doğurmuş. New Orleans’ta doğup büyüyen Louis Armstrong’un bir heykelinin de bulunduğu parkta dolaşıp, jaz müziğinin bu usta sanatçısına bir selam gönderebilirsiniz.
Mississippi Nehri: New Orleans’ı anlatırken şehrin kuruluş sebebi olan Mississippi Nehri’nden söz etmemek olmaz. Evet, şehir 18. yüzyılda Fransız Mississippi Şirketi tarafından kurulmuş ve adını o yıllarda Fransa’da hüküm süren Orleans Dükünden almış. Minnesota Eyaleti’ndeki Itasca Gölü’nden doğan nehir Louisiana’dan Meksika Körfezi’ne dökülüyor. (Gereksiz bir bilgi: Yaygın olarak bilinenin aksine ABD’nin en uzun nehri Mississippi değil Missouri nehridir!) Çocukluğumda okuduğum Mark Twain’in “Tom Sawyer’in Maceraları”nın etkisiyle olsa gerek, hayalimde hep dumanlı ve gizemli bir nehir imajı vardı. Kısa da olsa bir nehir turu yapmak için kıyıdaki buharlı teknelerden birine bindik. Bozbulanık sulardaki iki saatlik turumuz gayet turistik ve gereksizdi!
Banksy: Şehri dolaşırken vaktiniz olursa eğer, kısa bir mola vermek için “International House Hotel”in lobisine uğrayın derim. Siyasi yorumlar içeren eserleri dünyanın her yerindeki sokaklarda, duvarlarda, köprülerde yer alan Banksy’nin iki eserini göreceksiniz. Ağustos 2005’te New Orleans’ı yerle bir eden Katrina Kasırgası’ndan tam üç yıl sonra, 2008’de şehre giden Banksy, yaklaşık 15 değişik yerde baskı resim yapmış. Maalesef zaman içinde eserleri yok olup gitmiş. Bildiğim kadarıyla, ikisi hariç. Sözünü ettiğim otelin sahibi “The Looters” (Yağmacılar) ve “Boy on a Life Preserver Swing” (Cankurtaran Simidindeki Çocuk) adlı eserlerini bulup satın almış ve büyük paralar harcayarak restore ettirip, çok yakın bir tarihte otelinde sergilemeye başlamış.
New Orleans Mutfağı: Yeme-içme konularına ilgi duyanların ününü duyduklarından emin olduğum New Orleans mutağından da söz edeyim biraz. Kanada’dan gelen Fransızların (cajun) ve Avrupa & Afrika kökenlilerin (creol) mutfaklarından oluşan ve doğal olarak içinde bol miktarda deniz ürünleri bulunan, acı sosların çok kullanıldığı zengin bir yemek kültürüne sahip New Orleans. Jambalaya (pilav ile aynı tecerede pişirilen bir tür güveç), gumbo (pilavın yanında servis edilen bir güveç), crawfish (Türkçesi kerevit, yani ıstakozdan daha küçük bir deniz kabuklusu), muffuletta (İtalyan kökenli bir sandviç) en ünlü yemekleri. Yeme-içme mekanlarında bol bol satılan “po’boy”un ne olduğunu merak edip sordum. “Poor boy”un güneyli aksanıyla söylenişinden esinlenerek böyle adlandırılan sandviçlermiş. Yani fakir yiyeceği ekmek arası! Sabahları kahvaltıda yediğimiz “beignet” de bizim lokmanın irisi. Yağda kızartılan hamurun üzerine pudra şekeri serpilerek servis ediliyor. Etrafta bol bol gördüğüm “king cake”in özelliği nedir diye de merakettim. Noel’den 12 gün sonra, Hristiyan inancında “Three Kings Day” olarak adlandırılan 6 Ocak’tan başlayarak, “Mardi Gras” kutlamaları döneminde yenen bir kekmiş. Tarçınlı hamurdan yapılan kekin üstü mor, yeşil ve altın renkli toz şekerlerle süsleniyor. Mor adaleti, yeşil inancı ve altın rengi ise gücü simgeliyormuş. Biz de şehre 6 Ocak akşamı ayak bastığımız için kral kekleri her yerde satılıyordu.
Mardi Gras: Yazımı bir itirafla bitireyim. Dünyaca ünlü karnavallarından biri olan Mardi Gras şenliklerinin Katolik kökenli bir kutlama olduğunu biliyordum ama hepsi o kadar. Hristiyan inancındaki yaklaşık kırk gün süren büyük perhizin (lent) arifesi olan Salı gününde gerçekleştirilen bir şenlikmiş. Paskalya tarihine bağlı olarak Şubat sonuyla Mart başlarında bir tarihe denk gelen bu Salıya İngilizcede “Fat Tuesday”, Fransızcada ise “Mardi Gras”, yani “Yağlı Salı” denmesinin nedeni, perhizden önce yağlı / zengin gıdaların bolca yenildiği bir gün olmasıymış. Fransız yerleşimciler aracılığıyla New Orleans’a gelen festival burada kök salıp büyümüş. Başka bir ifadeyle, dini bir kavram olan Mardi Gras günümüzde müzik ve kültür ağırlıklı bir festival olarak resmen 6 Ocak’ta başlayıp, büyük perhiz’in ilk günü olan “Ash Wednesday”e (Kül Çarşambası) kadar sürüyormuş. Biz oradayken karnaval sezonu yeni başlamıştı. Bir iki yerde rastladığımız sokak müzisyenleri dışında çılgın kalabalıklar henüz ortada yoktu.
Kısa bir süre de olsa, sadece şehri keşfetmeye odaklanarak dünyanın dertlerini arka plana attığımız gezimizin sonunda, kedimi özleyerek döndüm eve!