Sevgin Akış Roney
Buz ve Ateş Adası İzlanda (1)
Atlas Okyanusu’nun en kuzeyinde yer alan İzlanda’nın “buz ve ateş adası” olarak tanınmasının nedeni, hepimizin çok iyi bildiği gibi adanın iç kısmında dağlar ve buzullardan oluşan bir platodan kaynaklanarak denize akan buzul nehirleri ile jeolojik olarak aktif bir coğrafyada sık sık patlayan volkanlar. Buz ve ateşin dansı her yıl çok sayıda turisti İzlanda’ya çekiyor!
İzlanda’nın jeolojik olarak hem Avrupa hem de Kuzey Amerika’da kıtasında olduğunu ise ben bu gezi sırasında öğrendim. Atlas Okyanusu’nun ortasında tüm taban boyunca uzanan bir sıradağ kümesi olan “Atlantik Ortası Sırtı”nın büyük bir bölümü sular altındaymış. Sıradağların daha yüksek bazı bölümleri yer yer su yüzeyine çıkarak okyanusta adalar oluşturuyormuş. Bu şekilde oluşan adalardan biriymiş İzlanda. İki tektonik levhanın ayrıldığı bölgedeki adada dolaşırken yer yer bir kıtadan diğerine geçmek bende çocuksu bir heyecan yarattı nedense.

Faroe Adaları’nın başkenti Tórshavn limanından akşam vakti bindiğimiz gemi, bizi ertesi sabah İzlanda’nın doğusundaki Seydisfjördur (d harfine benzeyen bu harfi yazamıyorum!) Limanı’na götürdü. Aynı adlı bir fiyordun en iç noktasında bulunan kasabanın tarihi merkezinde kısa bir tur atıp, mavi renkli ahşap kilisenin önünden başlayan gökkuşağı renklerine boyanmış sokak boyunca fotoğraf çekerek dolaştık.

10 binden fazla şelaleye ev sahipliği yapan İzlanda
10 binden fazla şelaleye ev sahipliği yapan İzlanda’daki gördüğümüz ilk iki şelale 20 metre yükseklikten dar bir geçide akan Fardagafoss ve 139 metreden dökülen Rjúkandafoss oldu. (Tahmin edebileceğiniz gibi “foss” İzlandacada şelale demekmiş.) Adanın kuzeyine doğru ilerlerken Mývatn Gölüne gelmeden önce popüler bir turist destinasyonu olan Mödrudalur (ilk d yine farklı yazılıyor!) çiftliğini ziyaret ettik. 1800’lerden beri aynı aile tarafından işletildiği söylenen çiftlikte çatıları çim kaplı kulübelerden oluşan misafirhane, minik bir dükkân ve kafeterya ile 1949’da inşa edilen bir kilisecik var. Minibüsümüzden iner inmez turistlerin attığı yiyecekleri yemek için koşturan iki tilki gördüm. Kafeteryanın girişinde ise bir geyik oturuyordu! Bağırarak koşturan iki domuz yavrusunu takip edince, otların arasına uzanarak yavrularını emziren anne domuza ulaştım.

“Tatarcık Sinekleri Gölü”
“Tatarcık Sinekleri Gölü” anlamındaki Mývatn Gölü ortalama iki buçuk metre derinliğinde sığ bir göl. Atlantik Ortası Sırtı’nda yer alan göle yüksek bir tepeden bakıp, çevresindeki volkanik arazideki yürüyüş rotalarından birinin bulunduğu Dimmuborgir, yani “Karanlık Kaleler” diye bilinen vadiye gittik. Ancak yürüyüş yapmak yerine bir kafeteryada oturup vadiyi seyrettik! Kafeteryanın duvarlarındaki resimlerden öğrendim ki, Dimmuborgir aynı zamanda “yul” denilen antik bir pagan kış festivalinin efsanevi yaratıkları olan 13 erkek kardeşin yaşadığı yermiş!

Adanın kuzeyindeki yolculuğumuz sırasındaki bir başka durağımız Fosshóll adlı minik kasabadaki Godafoss (yine farklı d!) şelalesi idi. Genişliği 30 metre olan at nalı şeklindeki bu görkemli şelaleye “Tanrıların Şelalesi” denmesinin nedeni, Norveç’in işgal tehdidi altında pagan inancının terk edilip Hristiyanlığın benimsenmesinden sonra, pagan dönemine ait putların burada suya atılmasıymış. Godafoss’tan 45 dakika uzaklıktaki Akureyri, “Kuzey İzlanda’nın Başkenti” olarak biliniyormuş. Önemli bir liman ve balıkçılık merkezi olan şehirde bir buçuk saat kadar dolaştıktan sonra başkent Reykjavik’e uçmak üzere havaalanının yolunu tuttuk.
Reykjavik adanın güneybatısında yer alan ve nüfusun üçte ikisinden fazlasının yaşadığı bir şehir. Kurucusu 874 yılında bu kıyılara gelen Norveçli İngólfur Arnarson imiş. Şehrin gelişmesi 900 yıldan fazla zaman almış. 1944 bu yana İzlanda Cumhuriyeti’nin başkenti ve aynı zamanda ekonomik ve kültürel merkezi olan Reykjavik İzlandacada “dumanlı körfez” demekmiş. Elbette bu adı çevredeki kaplıcalardan yükselen sıcak su buharlarından ötürü almış.

Şehir merkezine gitmeden önce Laugardalur adlı geniş bir rekreasyon alanındaki botanik bahçesinde gezindik. Ardından sahile gidip bir deniz feneri ile Viking gemisinin modern bir yorumu olan “Sólfar- Sun Voyager” heykelini fotoğrafladık. Rehberimizin söylediğine göre bu heykel, İzlandalıların keşif ruhunu ve özgürlük tutkusunu yansıtıyormuş. Bir sonraki durağımız şehrin merkezinde yer alan, İzlanda’nın en yüksek kilisesi Hallgrímskirkja (kirkja kilise demekmiş) oldu. Bu görkemli ama sade Lüteryan kilisesinin dış cephesi İzlanda’nın donmuş lav sütunlarından esinlenerek tasarlanmış. Tepesinden şehri panoramik olarak izlemek mümkün. Kilisenin bulunduğu meydanda Kuzey Amerika’ya Kristof Kolomb’dan 500 yıl önce ayak basan ilk kâşif olan Leif Eiriksson’un devasa bir heykeli var. 1930 yılında Amerikalılar tarafından hediye edilmiş. (Nedenini merak edenler Google’a bakabilir!) Bize verilen serbest zamanda Hallgrímskirkja’dan şehrin merkezine giden Skólavördustigur ve Laugavegur caddelerinde dolaştık. Yeme içme mekânları, turistik eşya satan dükkânları ve canlı renklere boyanmış evleriyle bölgede dolaşmak içimi ısıttı.

Reykjavik’in elli kilometre yakınındaki, İzlanda’nın en ünlü kaplıcalarından biri olan “Blue Lagoon”a gitmeyi elbette atlamadık. Süt mavisi renginde ve yoğun miktarda değişik mineraller içeren bu kaplıca, bölgedeki lav tabakasının altındaki jeotermal deniz suyundan enerji ve sıcak su üreten elektrik santralinin faaliyetlerinin bir sonucu olarak oluşmuş. Üretimde kullanılan suyun fazlası santralin yanında yapılan havuza verilmiş. Oldukça modern bir tesisin içindeki kaplıcaya volkanik kayalardan oluşan bir yoldan gidiliyor. Blue Lagoon’dan sonra İzlanda gezimize üç günlük bir ara verip, Grönland’a gidip geldik.
Not: Gelecek hafta BUZ VE ATEŞ ADASI İZLANDA ikinci bölümünde görüşmek üzere.