Sevgin Akış Roney
Kanada’nın Atlantik kıyılarında bir gezi
Temmuz ayı biterken yola çıkıp, kısa bir tatil için Kanada’ya gidiyoruz. Québec City’de yaşayan arkadaşlarımızı gördükten sonraki güzergâhımızı tam olarak bilmiyorum. Tek bildiğim Atlantik kıyısında bir yerlerde dolaşacağımız. Direksiyonda Patrick var. Ben sadece onun yanındaki koltukta oturup yola bakmak, değişen manzarayı seyrederek zihnimi boşaltmak istiyorum. Kuzeye doğru gidip Gaspé Yarımadasına kıvrılıyoruz. İlk durağımız Rimouski. Geç bir öğle yemeği için gittiğimiz işletmenin sahibi kadınla konuşurken bana nerelisin diye soruyor. Coğrafyası iyi olmadığı için Türkiye nerede bilmiyormuş! Coğrafya kaderdir, öyle değil mi?

Saint-Laurent Körfezi boyunca ilerlerken minik minik yerleşimlerden geçiyoruz. Sık sık deniz fenerleriyle karşılaştığımız manzara harika. Numune olsun diye, La Martre adlı bir yerleşimdeki deniz fenerini arşivliyorum! Bu gece Riviére-au-Renard’da kalacağız. Sıkı bir biracı olarak, “Frontibus” diye küçük bir “brewery”i gözüme kestiriyorum. Bize servis yapan, güler yüzlü ve enerjik kadın, kocasıyla birlikte işletmenin sahibiymiş. Bana mekânın hikayesini anlatıyor, etkileniyorum. (Lydia’ya söz verdiğim üzere, belki yolunuz düşer diye, iletişim bilgisini buraya bırakıyorum: [email protected])

COĞRAFYA KADER Mİ?
Güzergâhımızın üstündeki diğer yerleşim, yarımadaya adını veren Gaspé. Arabayla kısa bir tur atıp, Barachois plajı denilen sahilde duruyoruz. Ülkemizde artık kalmayan bu doğal kıyıda (“beach” değil!) dolaşırken, sabahın erken saatlerinde balık tutmaya gelen gençleri görünce, kafamda acıklı bir muhasebe yapıyorum. Yolumuza devam ediyoruz ve Percé’de, koydaki ünlü Percé kayasını görmek için bir mola veriyoruz. Sonrasında, aracımızın penceresinden çektiğim, (akıllı telefonumun bana verdiği bilgiye göre) Paspébiac’taki sokak isimlerini gösteren direklere yaslanmış, çiçeklerle süslü ve parlak renklere boyanmış eski bisikletlerin fotoğrafları niye içimi acıtıyor? Coğrafya kader mi gerçekten?


Öğle yemeği için Bonaventure’daki küçük limanda duruyoruz. Yemek yiyeceğimiz yerin adı “Cafe Acadien.” Burada bir parantez açayım: Yıllar önce ABD’nin Maine Eyaletindeki “Acadia Ulusal Parkı”nı gezmiştim ama doğrusu adının nereden geldiğini merak etmemiştim. Bu seyahat sırasında “acadien” sözcüğünü sık sık duyunca araştırdım. “Acadien”ler 17. ve 18. yüzyıllarda Fransa’dan gelen ve doğu Kanada’nın kıyılarına, Québec’in bazı bölgelerine ve günümüzde ABD’nin Maine eyaletinin sınırları içinde kalan kısımlara yerleşen bir etnik grupmuş. Kültürlerini korumaya devam ediyorlar.

Vakit akşama yaklaşırken, Québec’ten New Brunswick eyalatine giriyoruz ve de saatlerimizi bir saat ileri alıyoruz. Geceyi geçirdiğimiz Bathurst sıradan bir yer. Başka bir seçeneğimiz de yok zaten. Neyse ki limana bakan bir “brewery” bulup, mutlu oluyoruz!
Ertesi sabah yolumuza devam ederek, Nova Scotia sınırını geçiyoruz ve öğleden sonra eyaletin başkenti Halifax’a geliyoruz. Atlantik eyaletlerinin en büyük kenti olan Halifax, aynı zamanda doğu Kanada’nın en önemli ekonomik merkezlerinden biriymiş. Otele yerleşip sahil şeridinde biraz dolaştıktan sonra, akşam yemeği için feribotla karşı kıyıdaki Dartmouth’a gidip dönüyoruz. Dartmouth, Halifax’ın sakin bir semti gibi.

BİZİ BEKLEYEN SÜRPRİZ
Sabahleyin ortalık henüz hareketlenmeden, kordon boyunca yaptığımız uzun yürüyüşümüzün sonunda bizi bir sürpriz bekliyor! 1934’te Atatürk’ün Çanakkale Savaşlarında hayatlarını kaybeden yabancı askerlerin annelerine seslenişinin yer aldığı bir anıt! Biz bu yabancı askerlerin Anzaklar olduğunu düşünüyoruz ama aslında Atatürk’ün ifadesinde böyle bir ayırım yok. Buradaki anıtın alt kısmında bu askerlerin arasında Kanadalıların da olduğu belirtilmiş.

Ertesi sabah tekrar yola koyuluyoruz. Hedefimiz Peggy’s Cove. Halifax ile Peggy’s Cove arasındaki minicik koyların manzarası çok güzel. Ama direksiyonun sahibi benim her bir koyda durup fotoğraf çekme isteğimi duymuyor bile. Her yerde durursak, yol bitmezmiş. Bence bitmesin zaten!
Peggy’s Cove’da duruyoruz. İnanılmaz kalabalık. Tarihi deniz feneriyle ünlü bu köyde arabayı park edecek yer olmayınca, biz de diğer ziyaretçiler gibi aracımızı köyün dışında bırakıp, yürüyerek sahile gidiyoruz. Bir sonraki durağımız, UNESCO tarafından 1995 yılında “dünya miras alanı” olarak tescillenen, Lunenburg de çok kalabalık. Öğle yemeği için rezervasyon yaptırıp beklemek zorunda kalıyoruz. Limanda dolaşırken uğradığımız bir enformasyon çadırında aşırı kalabalığın sırrını çözüyoruz: Meğer Ağustos ayının ilk Pazartesi günü, ülke çapında zorunlu olmasa da hemen her yerde kutlanan ulusal bir bayrammış. Kanadalılar bu “uzun hafta sonu”nu değerlendirmek için düşmüşler yollara.

Lunenburg’den sonra kıyı boyunca ilerlemek yerine, kuzeye doğru, New Brunswick’in güney kıyısına gitmek için direksiyon kırıyoruz. (Sonradan kıyı boyunca ilerlemeye devam etmediğimiz için biraz pişman olduk.)
BİRALAR KİLİSEDEN
Yol uzun olduğu için geceyi Nova Scotia’daki küçük bir yerleşim olan Wolfville’de geçirmek zorunda kalıyoruz. Yapacak bir şey olmadığından, apart otelimizin karşısındaki bir “brewery”e gidiyoruz. İnanması bizler için zor ama eski bir kilisenin restore edilmesiyle oluşturulan bu mekânın adı “The Curch”!

New Brunswick’te görmek istediğimiz yer, Fundy Körfezi’nde, Hopewell Cape adlı minik bir yerleşimin hemen yanındaki bir parkın sahilindeki kayalıklar. “Hopewell Rocks” denilen bu kayalıklar suların kabarıp alçalması (gelgit), yani kıyı erozyonuyla oluşmuş. 600 milyon yıllık bir geçmişi varmış. Zaten Fundy Körfezi, suların 21 metreye kadar yükseldiğinin gözlemlendiği, yeryüzünde gelgitin en yoğun olduğu yermiş. Gelgitin günde iki kez yaşandığı kıyıya biz gittiğimizde sular çekilmiş olduğundan, kayalıkların etrafında dolaşıp fotoğraf çekiyoruz.
Parktan sonra öğle yemeği molası verdiğimiz Alma köyünün sahilinde, denizin çekilmesiyle oluşan kocaman alan beni büyülüyor. Yola devam ediyoruz ve akşamüstü Calais / Maine üzerinden ABD’ye dönüyoruz.
Eve dönüş için daha bir günlük yolumuz var. Seyahatimiz boyunca okuduğum Nobel ödüllü Kanadalı yazar, öykülerini çok sevdiğim Alice Munro’nun “Runaway” kitabını bitiriyorum. Québec City, Montreal ve Niagara Şelaleri gibi popüler destinasyonlardan farklı olarak, yabancı turistlere neredeyse hiç rastlamadığımız (Trump’ın yarattığı gerginlikten sonra Kanada ve ABD arasındaki turist trafiği çok azalmış), turizmin yanında tarım, balıkçılık ve ormancılık gibi ekonomik faaliyetlerin ağırlıkta olduğu başka bir Kanada’yı tanımaktan mutluyum.
Eve dönüyoruz ve kısa bir süre sonra içimi çok acıtan bir kayıp haberi daha alıyorum. Eksilerek yaşamaya devam...
Not: “Brewery” kelimesinin Türkçe karşılığı bira fabrikası veya imalâtanesi olarak veriliyor ama bence anlamı tam karşılamıyor. Çünkü bu mekânlar kendi ürettikleri biraları satan restoranlar. Bu yüzden metinde İngilizcesini kullanmayı tercih ettim.