Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

UÇMUŞ HALILAR, UÇMUŞ KAFALAR

Satın alan olmuş mudur…
Olmuştur, neden olmasın.
Ülkede bir seccadeye üç bin beş yüz lirayı bastırıp alacak nice inanan var!
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sayfasında, alış-veriş platformunda satılık seccade, tesbih, ibrik, sürahi bulunuyor. Hepsinden birer tane alsanız, toplamda sekiz bin Türk Lirası ediyor. Hayırlı işler, sevgili Diyanetçiler. Halktan aldığınızı halka satıyorsunuz, pardon veriyorsunuz, ben öyle anlıyorum.

Başka şeyler de anlıyorum. Soğuk, basık koridorlar, taşlı ve rutubetli geçişlerle odalara bağlanan yollar… Cübbesinin altına gizlediği artık ne ise, telaşlı, sessiz adımlarla yürüyen din görevlileri… Tıkır tıkır işleyen bir düzen. Bozmak isteyenin vay haline. Hayal gücünün Richter ölçeğinde karşılığı ne ise o denli şiddetli sarsılmalar içinde kalırsın, tövbe de.

Pandemi fena halde bastırmış. İnsanlar ölüyor. Ancak içerideki işleyişi etkilemiyor. Öyle bir yerinden tutmuş ki, hayatın. Doğumdan ölüme kadar tam anlamıyla düzenlenmiş ve tanımlanmış bir düzende kişinin ruhu üzerinde bir hakimiyet kurmak benim diyen ulu manitunun aklına gelmez. Heybetli binalarda iş görenler kendilerini tanrının bir yansıması olarak algılar. Nerede sahne aldıkları, en az neye dayanarak konuştukları kadar önemlidir. Tanrının çıkarından daha çok kendi çıkarı için istikrarlı bir şekilde çalıştıkları ortadadır. Ancak bir pandemiden sadece tanrı inancıyla kurtulmak mümkün müdür? Bizdeki diyanete yönelik yazdığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. 1347 yılıyla 1352 yılı arasındaki beş yılda yeniden atağa geçmiş kara veba pandemisi döneminde, orta Avrupa’dan bir kesit anlatıyorum. Ortaçağ’ı anlatıyorum. Ankara’daki heybetli Diyanet İşleri Başkanlığı’nın koridorlarının basık, taşlı ve rutubetli olmadığını bilmiyor muyum… Zaten, bizim DİB başkanı altın rengi sırmalı cübbesini özel günler haricinde giymiyordur, sanıyorum.
Kara veba, insanın sevdiklerini birer birer öldürürken ve gittikçe yayılırken tanrının evine sığınmak, tefekkür içinde olmak isteyen halk, din adamlarına sormamaları gereken bir soru sormaktadır; madem güçlüsünüz, neden pandemiyi durdurtmuyorsunuz… Yobazlıkta rasyonellik olur mu? Vay sen misin sorgulamaya kalkan, cübbelilerin gücünden şüphe eden? Protesto kelimesinden gelen Protestan Reformu’na kadar geçen iki yüz yılda din adamlarını sorgulamaya yönelen herkes kılıçtan geçirildi, öldürüldü. Tarikatların bini bir para… Kurulu düzeni korumak için pıtrak gibiler. Halk da “status quo”cu din adamlarının elinde birer oyuncak misali. Kutsal kitabı okumak ve yorumlamak ortalama bir insan için mümkün değil (dili Latince ve metafor yönünden ağır çekiyor). Hala orta çağı anlattığımı hatırlatırım.

Etrafta sayısı gittikçe artan tarikatlar ve mezhepler yüzünden açıkça yozlaşmaya başlayan ve açgözlü din adamlarına mesken olan tanrının evi, pandemi nedeniyle bir gıdım kıpırdamayan ekonomi faaliyetlerinin yokluğunda gittikçe fakirleşen halkın din sömürücülerine sürekli ödeme yaptığı bir yer olmuştur. Pahalı hediyeler getirmek zorunda olduğu bir mekâna dönüşmüştür. Pahalı hediye satın alamayanlar günlük yiyeceklerinin bir bölümünü bu sömürücülere teslim etmek zorundadır. Tanrının evini beslemeyen din tarafından dışlanır, diye bir fıkıh da uydururlar. Dışlanmak aforoz edilmektir. Aforozun sonunda da ölüm cezası uygulanır, bazen. Orta çağda tanrının evinde “işler” o kadar iyi gitmektedir ki, ayak işlerini yapanlar (dolayısıyla mekân dışına çıkanlar) pey der pey vebadan ölünce kadro açarlar. Etrafta ne kadar cahil, düşkün adam varsa yanlarına alırlar. Zavallıların canına minnet, en azından karınları doyar, kursaklarına sıcak çorba girer. Acı gerçek: bir zaman sonra, işverenlerini taklit etmeye başlarlar, kraldan çok kralcı, tanrıdan çok tanrıcı oluverirler. Dışarıda insanlar bağıra bağıra ölürken hastalık kaparım korkusuyla kafasını delikten çıkarmayan din adamları bir son duayı bile esirgerler.

Ama işte, din satanlar öyle bir yerinden tutmuştur ki, hayatın. Kutsallık, Yaratan’ın dışında bir alandadır. Orada pazarlama kuralları geçerlidir.
Biz bu filmi biliyoruz. Senaryosu aynı, mekanlar farklı. Bir de yedi yüz yıllık bir bayatlık söz konusu ama satar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi