Haldun Solmaztürk

Haldun Solmaztürk

“Ülkeme bakınca içimden hüngür hüngür ağlamak geliyor.!”

Ülkem dediği Türkiye.!

Almanya’da yaşayan bir vatansever böyle anlatıyordu duygularını…

Aslında, gönlü bu ülke için atan herkesin duygularına tercüman oluyor.

Derin bir kaygı, üzüntü, çaresizlik hali kara bir bulut gibi ülkenin üzerine çökmüş durumda.

Bu hale bir anda gelmedik…

Ergenekon kumpası 2007’de, Balyoz ise 2010’da başlatıldı; yüzlerce üst rütbeli asker—kuvvet komutanları, Genelkurmay Başkanı dahil—tutuklandı, yargılandı, mahkum edildiler.

“FETÖ ile kol kola” girerek Kemalistleri onlara kırdırdılar.!

Aynı yıllarda medyaya el attılar…

TMSF, Sabah-ATV grubunu, 2008 yılında Damat Bey’e 1,1 milyar dolara satmıştı—750 milyon dolar krediyi Halkbank ve Vakıfbank vermişti. Doğan Medya’ya 2009 yılında kesilen vergi ve ceza toplamı 6,5 milyar liraydı—yaklaşık 3 milyar dolar. Maliye’yle uzlaşmaya oturup 1,2 milyar lira ödediler ama gazeteleri, televizyonları da Demirörenlere satacaklardı.

Bu arada TRT ve Anadolu Ajansı AKP’nin resmi yayın kuruluşuna dönüşmüşlerdi; TRT, seçim propaganda süreçlerinde Erdoğan’a 204, rakiplerine 3 (yazıyla üç) dakika ayırıyordu.

12 Eylül 2010 ‘Ölüleri bile kaldırıp oy kullandırın’ referandumuyla yargıyı Cemaat’e teslim ettiler ama 2012’ye gelindiğinde sürtüşmeler başlamıştı; Aralık 2013’te kıyamet koptu. Yine de Meclis, talimatla, kol saati, kasalar ve ayakkabı kutularını aklayacaktı.

Toplum artık ‘İllallah.!’ noktasına gelmişti.

İstanbul’da kalan nadide yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı’na, birileri, II. Abdülhamit kışlası biçiminde AVM ve rezidans yapmak isteyince bütün ülkede başlayan protestolar kötü yönetim ve otoriter rejime karşı toplumsal direnişe dönüştü. İktidardakiler paniklediler ve oluşan ‘Gezi sendromu’ bugün hala siyasi iktidarın korkulu rüyası olmaya devam ediyor.

Gezi’den dört yıl sonra tutuklanan Kavala, Gezi eylemlerinde -- daha önce beraat ettiği -- ‘Hükümeti devirmeye teşebbüs’ suçundan müebbet hapse mahkum edilecekti. Yanındaki iki erkek ve iki kadın da ona yardım etmişler—onlara 18 yıl verildi. Onlara Gezi’den 12 yıl sonra oyuncu menajeri bir kadın da katılacak ve tarihe ‘darbeye’ teşebbüs eden ‘altı sivil’ olarak geçeceklerdi. AİHM, ‘Kavala’ kararının ‘siyasi’ olduğuna hükmetti ama Cumhurbaşkanının ‘hukuk’ baş danışmanına göre AİHM kararları ‘bizi’ bağlamazdı—o da tarihe böyle geçti.

Sonunda çaresizlik duygusu öyle derinleşti ki bir organize suç örgütü lideri ‘temiz eller’ savcılığına (!) soyunduğunda, birçok insan ondan bile medet umacak hale gelmişti. Ama değişen bir şey olmadı; ortaya saçılan yozlaşmanın derecesi çaresizliği daha da derinleştirdi.

O günlerde bir Suudi gazeteci İstanbul’daki konsoloslukta Riyad’dan gönderilen bir infaz timi tarafından ortadan kaldırılmıştı. Peker’i susturmak için Kaşıkçı’nın katilini devreye soktular; karşılığında cinayet dosyasını ‘katiline’ teslim ettiler. Sonra da kalkıp ayağına kadar gittiler.!

Milli Güvenlik Kurulu—28 Şubat 1997’de olduğu gibi—24 Haziran ve 25 Ağustos 2004 toplantılarında hükümeti uyarmış, dönemin Genelkurmay Başkanı, “Fethullah Gülen konusunda, eğer siyasi irade konulup üstüne gidilmezse bir felaket olacağını” belirtmişti.

Siyasi irade konulmadı, üzerine gidilmedi ve 15 Temmuz darbe girişimi göz göre göre geldi.

İrade ortaya koymak yerine MGK uyarısını ‘yok sayarak’ on iki yıl sonra gelen felakete zemin hazırlayanlar, iki hafta sonraki Din Şurası’nda, “Rabbim de milletim de bizi affetsin" diyorlardı. Aynen böyle…

“Allah’ın bize büyük bir lütfu” olan darbe girişimi 2017 ‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’ anayasa değişikliği fırsatını verdi ve siyasi rejim kuvvetler birliğiyle demokrasi dışı bir nitelik kazandı.

2019 yerel seçimlerinde AKP’nin büyük şehirleri kaybıyla ‘Gezi sendromu’ büyük bir panik etkisiyle geri geldi. CHP’deki liderlik değişimi, İmamoğlu’nun önlenemeyen yükselişi, AKP’nin—ve Erdoğan’ın—güven oylamasına dönüştürdüğü 2024 yerel seçimleriyle Türk siyasi tarihinde bir kırılma yaşandı ve ‘korku’ iktidarın davranışını belirlemeye başladı.

Böylece ‘süreç’ açılımına ve Komisyon’a geldik…

İlk ‘açılım’ 2009 yılındaydı, yürümedi.

Sonra Oslo ve ‘hendek’ açılımları geldi ama onlar da yürümedi. PKK’ya terkedilmiş kasaba ve mahalleler ancak yüzlerce şehit vererek geri alınabildi.

Şimdikine ‘Kurucu önderlik’ açılımı dense yeridir.!

Komisyon da -- beklendiği gibi – tıkandı; ‘Kurucu önderi’ bir türlü Meclis’e getiremeyenler şimdi Komisyon’u ona götürme çabası ve yol arayışı içindeler.

Batılıların ‘Dağ Muhammed’e gelmezse Muhammed ona gider’ dedikleri gibi…

Ne yapıp yapıp—her yolu ve yöntemi deneyerek—Erdoğan’ı 2028’de de seçime sokacak ve tekrardan Cumhurbaşkanı seçtirecekler, akıllarınca.!

Ana muhalefet partisi olarak CHP’yi, en güçlü rakip olarak da İmamoğlu’nu hedef aldılar…

Medya ve TRT, başta RTÜK olmak üzere tüm kurumlar gibi, tümüyle iktidarın kontrolünde…

Yargı da öyle; Hakimler Savcılar Kurulu Başkanı Adalet Bakanı.!

Meclis var ama yok; örneğin Milli Savunma Komisyonu bile son dört yılda sadece beş kez toplandı, varın düşünün gerisini…!

Kavala 2869 gündür hapiste, Peker hala Birleşik Arap Emirlikleri’nde zorunlu sürgünde…

“Bu nasıl iştir, bize dayatılan bu kötü yönetime ve demokrasi dışı rejime mahkum muyuz?” diye sorgulamaya yeltenenler için de birkaç ‘torba’ icat ettiler; birine atıp ağzını bağlıyorlar.

‘Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı alenen hakaret’,

‘Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek’,

‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’,

Ve de elbette ‘Cumhurbaşkanına hakaret—ya da tehdit’…

Kimi isterlerse tutuklayıp guguk kuşlarına ‘Türk yargısı bağımsız ve tarafsızdır’ dedirtiyorlar.

Karşı çıkan ya da muhalefet şerhi koyan hakimleri de oradan oraya atıyorlar.

İşte, ülkemize bakınca vicdanı olan herkesi ‘hüngür hüngür ağlama’ noktasına getiren bu durum.!

Norveçli sosyolog Johan Galtung bu durumları ‘Yapısal şiddet’ kavramıyla açıklıyor.

Yapısal şiddet, insanlara dayatılan gerçeklikle onların potansiyel olarak yaşayabilecekleri ‘gerçeklik’ arasındaki farkın temel sebebi. Yapı, yani kurumları ve sistemi kontrol eden bir azınlık kendi çıkarlarını korumak için, kaçınılması ve önlenmesi mümkün olan eziyet ve eşitsizlikleri yaratıyor, derinleştiriyor—aynen Türkiye’de olduğu gibi.

Giderek ‘çifte-hukuk’ gibi eşitsizlikler kalıcı hale geliyor. Sonunda toplumlar en temel gereksinimlerini karşılayamaz, en doğal hak ve özgürlüklerden yararlanamaz hale geliyorlar.

Yapısal şiddet doğru kararlarla düzeltilebilecek bir durum. Ama ‘yapı’ ne düzeltiyor ne de düzeltilmesine izin veriyor, aksine şiddeti kalıcılaştırıyor.

Çözüm ağlamak değil, içimizden öyle gelse de…

Direnmeliyiz; direneceğiz.!

Ve de biz kazanacağız…!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haldun Solmaztürk Arşivi