Yaşam boyu dur durak bilmedi acılarımız

Soğuk bir kış günü iki deprem vurdu ülkemizi…
Güzelim ülkemin on kentinin yüzünü değiştirdi. Binlerce insanımızı bu güçlü sarsıntı yaşamdan kopardı. Öyle bir savruldu ki vicdanlı herkes sıcacık yatağından mahcubiyetle kalkıp karnını doyurmak için sofrasına oturduğunda lokmalar boğazına dizildi, yutkunamadı, utanarak kalktı sofradan…
Güzelim kentlerimiz üst üste iki depremle kalbinden vuruldu…
Malatya, Adıyaman, Şanlıurfa, Kahramanmaraş, Hatay, Osmaniye, Adana, Gaziantep, Kilis, Diyarbakır…
Depremi bir siyasi çalışma içinde Kars’ta duyduk…
Evinden kilometrelerce uzakta depremi duymak da bir başka sarsıntıydı.
Biz ne şansız kuşağız böyle darbeler, depremler, dışlanmaların bizlerde yarattığı acılar, durgunluklar, duraksamalar nedense yaşamımız boyu dur durak bilmedi.
“Hüzün Geldi
Türküler bitti
Halaylar durdu
Horonlar durdu
Al damar, mor damar, şah damar sustu
Bahçeler put kesildi birer birer
Meyveler salkım saçak taş.
Bir bulut uçardı
Başıboş bedava
Yandı kül oldu.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.”
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sevdiğim şiiri bu kez beni farklı etkilese de isyan ettirdi!
Ne telefonum sustu, ne mesajlar kesildi, gözyaşlarım kesilmese de her yere ulaşmaya çalıştım.
Adıyamanlı dostum, insan hakları savunucusu avukat Osman Süzen, bugün yola çıktık Adıyaman’dan gidiyorum. Tütün kokan şehrim, anılarım yok artık!
Biliyor musun?
“Biz Nemrut’un çocuklarına; lanetli bir coğrafyada doğduğumuz söylenmişti, bu öylesine büyük bir mitti ki yıllarca lanetli olduğumuza inandırılmıştık. Nemrut’a, o Adıyaman’ın, Urfa’nın her yerinden görülen yüksek dağa nefretle bakıyor, o dağda lanetli atalarımızın inşa ettiği devasa heykellere de düşmanca davranıyorduk. O dağa sadece lanetli atalarımızın, onların tanrılarının yapılan heykellerini kırmaya gidiyorduk. Gel zaman git zaman atalarımıza lanetli de denilse aslında lanetli olmadıklarını, tam tersine oluşturdukları dünyanın çok uzağımızda olan başka bir dünya olduğunu, herkesin evi anlamında kapılarının, herkese her inanca açık olduğunu bu nedenle adlarına Komageneliler denildiğini öğrendik. Antiakos’u, Zeus’u, Oromasdes’i, Mithras’ı daha iyi anladık. Onlarla uyanıp onlarla uyuyorduk. Geceleri o dağa çıktığımızda başka bir diyara gidiyoruz hissine kapılıyorduk, kimimiz güneş doğunca güneşe döner, kimimiz yıldızlarla semaha tutuşur, kimimiz şarap içerdik. Sahiden atamız Antiakos bu dağda dememiş miydi, “Tebaam şarap içer de taşkınlık yaparsa, askerlerim onlara karışmasın”… Sanırım bu söze güveniyorduk. Sonra ne olmuştu, zalim Romalılar bizi istila etmiş bu uygarlığı ele geçirmiş atalarımızı Roma’ya sürgün etmişlerdi. Bugün ise Nemrut’un lanetli çocukları başka bir sürgüne gidiyor. Ama bu sürgün uzun sürmeyecek. Geri döneceğiz. Yine yıldızlarla semah tutacağız, yine güneşin doğuşunda güneşe el açacağız, şarap içeceğiz. Yine herkesin yurdu yapacağız tütün kokan Adıyaman’ı… Çünkü biz Nemrut’un ve güneşin iflah olmaz çocuklarıyız.”
Osman’ın kapanan telefonunun ardından hıçkıra hıçkıra ağladım.
Adıyaman’ım desem Hatay’ın boynu bükük kalır. Gaziantep’im alınganlık gösterir, Diyarbakır’ım Dicle gibi sessiz ve sitemsiz akar. Osmaniye beni unutma diye sitemli seslenir. Adana’m, az mı seni Çukurova sıcaklığı ile sardım. Yaşar Kemal, “Kız Seyhan, neredesin” diye yine seni anılara çağırır… Kilis’im acı acı gülümser dayanamam… Mahzuni babam, “Elbistan Yeli” türküsünü geçmişten esintilerle yollar. “Sevdiğin yar Malatya’ya değmeli” türküsünü çığırsam, Emekçi “Oy Maraş Maraş” diye sazın teline uzak diyarlardan dokunur. Şanlıurfa’nın yüreği sızlarken; yarası sarılmaz mı?
Depremin kalbinden vurduğu kentlerin hepsi bizimdir. Birini diğerinden ayıramam. Her kentten bir mücadele, iş, okul, kalem kardeşimin, yol arkadaşımın acısını derinden yaşıyorum.
Depremin 13. gününde yazıyorum…
Yanardağ gibiyim…
Ülkem gibiyim…

  1. yüzyılda yaşayan Âşık Serdari, “Nesini söyleyim canım efendim?/ Gayri düzen tutmaz telimiz bizim” diyor.
    Yastan öğrenmek, geçmişin fay kırıklarını görmek, yırtıklarımızı dikmek var…
    O nedenle “Gayri düzen tutmaz telimiz bizim” diyen Âşık Serdari’ye de başkaldırıyorum! Diyarbakır’da eşiyle depremde yitirdiğimiz sanatçı Zilan Tigris’in dediği gibi:
    “Biz kırılmış soyun arsız damarıyız. Kesildiğimiz yerden dal verip çiçek açarız…”
    Bunca acıyı hangi kalem yazar ki demeden yazmalıyız…
    Yorulmak, acılara takılmak bize yakışmaz. “İnat da bir murattır” deyip yine yeniden kolonları kesmemeyi, betondan çalmamayı, depreme dirençli evler kurmayı öğrenmeli, insan onuruna yakışan binalar inşa etmeliyiz.
    El ele verip bize bunları yaşatanları tarihin derinliklerine gömerek, sevgiyle, güvenle, umutla yarınlara yürümeliyiz…
    HER ŞEY VAR UMUTSUZLUK YOK!!!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yaşar Seyman Arşivi