Hakan Tosun'a ne oldu?

Hakan Tosun öldürüldü. Bir ekoloji gazetecisiydi. Bir ağaç kesilse koşardı, bir derenin suyu çekilse kamerasını alır giderdi. Haber yapmaz, tanıklık ederdi. Şimdi o tanıklığın bedelini canıyla ödedi.

Ve biz yine aynı noktadayız: suskun, öfkeli, çaresiz.

Bu ülke, gazetecilerini toprağa gömmeye alıştı.

Altı yıl önce de çiçeği burnunda genç bir gazeteci Metin Göktepe susturulmuştu.

Gezi’de Ali İsmail Korkmaz.

Vura vura öldürüldüler.

Ulucanlar müze olmadan önce oradaki tutuklu gençlere vura vura 25 yıl oldu yaşamdan koparılmışlardı. Anneler en çok da Emel Korkmaz anne, “Keşke kurşunla öldürseydiniz! Oğlum o kadar acı çekmeseydi”dedi.

Anadolu deyip anaları ağlatmak, ağıtlar yaktırmak bize özgü olsa gerek

Her dönemde, her iktidarda aynı karanlık. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink, Nuh Köklü… Liste uzayıp gidiyor. Şimdi bir isim daha eklendi: Hakan Tosun.

Ama mesele yalnızca bir isim değil; mesele, gerçeğin bizzat öldürülmesi. Çünkü her öldürülen gazeteciyle birlikte, bu ülke biraz daha körleşiyor.

Hakan Tosun’un kalemi, betonun altındaki kökü yazardı. Ormanda devrilen ağaçta sadece bir çevre katliamı değil, bir toplumsal ahlaksızlık görürdü. “Toprak evlat gibidir,” derdi, “nasıl bir çocuğa bakıyorsak, o toprağa da öyle bakmalıyız.” Şimdi o toprak, kendi çocuğunu sarmalıyor.

Bir ülke, kendi toprağını savunan bir insanı öldürüyorsa, o ülke artık kendi cenazesini kaldırıyor demektir.

Hakan yalnız bir gazeteci değildi; o, doğanın diliydi. Bir köyün suyunu korumak için haber yaptı, bir ağacın kesilmemesi için kalemini kalkan etti. Ama bu ülkede gerçeği savunmak artık suç. Gerçek, o kadar pahalı bir şey oldu ki, söyleyenin canına mal oluyor.

Bugün Hakan Tosun’un ardından yalnız bir sessizlik değil, bir utanç kalıyor. Bizler, gerçeğin ölüsünü her gün omuzlarımızda taşımaktan yorulduk. Her defasında “bir daha olmasın” diyoruz ama oluyor, çünkü biz sustukça oluyor. Bu ülkede cinayetlerin ardındaki karanlık, sessizliğimizden güç alıyor. Ve o sessizlik, artık utancın diğer adıdır.

Hakan Tosun’un ölümü bir kader değil, bir göstergedir. Bir ülkenin nefesi doğayla kesilmişse, vicdanı da çoktan tükenmiştir. Bir ülkede gazeteciler toprağa gömülüyor, ormanlar kesiliyor, sular kurutuluyorsa — o ülke sadece coğrafyasını değil, geleceğini de kaybediyor demektir. Bu sessizlikle nereye kadar yaşayabiliriz? Bir ağacın, bir derenin, bir insanın ölümü artık kimseyi sarsmıyorsa, hepimiz çoktan ölmüşüz demektir.

Hakan Tosun’un ardından yazılacak her cümle eksik kalacak. Ama bir cümleyi tam söylemek zorundayız: O bir gazeteci olarak değil, bir direnişin sesi olarak öldürüldü. Onun kalemini kırdılar, ama sözcüklerini susturamadılar. Rüzgârın içinde hâlâ onun sesi var. “Doğa bizim nefesimizdir,” diyordu. “Onun sesi kesilirse biz de susarız.” Ve işte, bugün onunla birlikte biraz daha sustuk.

Ama artık yeter. Bu ülke, öldürülen gazeteciler ülkesi olmaktan çıkmalı. Gerçeğin kanla yazıldığı bir coğrafyada yaşamak istemiyoruz. Bu topraklarda, bir gün, bir gazeteci yalnızca haber yaptığı için değil, haber yaptığı için yaşayabilsin.

Ve o güne kadar, her sabah, kendimize şu soruyu sormalıyız: Hakan Tosun’a ne oldu?

*

Sevgili Okurlarımız,

17 Ekim Avustralya’nın Melbourne ve Sdney kentlerine yurttaşlarımıza, canlarımıza, sevdiklerimize gidiyorum. Çok uzaklara gidiyorum. Cumhuriyet’imizi kutlamaya, Cumhuriyet’in kazanımlarını konuşmaya, Cumhuriyet’in bir kadın devrimidir diye seslenişlerim için gidiyorum.

25 Ekim Âşık Veysel’in doğum gününü uzaklardan dostlarla kutlayacağız. Cumhuriyet’in armağanı Âşık Veysel’i özlemle saygıyla “İyi ki doğdun ve bize yüzlerce şiirini, sözünü armağan ettin. “Derdim bana derman imiş bilmedim.”

Cumhuriyet balosunda yurttaşlarımızla şarkılar, türküler söyleyeceğiz.

İzninizle bir müddet sizlerle olamayacağım, yeni yazılarda buluşmak umuduyla…

Saygıyla, Sevgiyle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yaşar Seyman Arşivi