Yetiş dünya

Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları'nı sona erdirerek modern ulus devlet sisteminin temellerini atan 1648 Westphalia Barışı, ülkelerin iç işlerine dışarıdan müdahale etmeme ilkesini uluslararası hukukun temel kuralı haline getirmişti. Bu, bir devletin kendi yurttaşlarına nasıl davranacağı konusunu da içeriyordu. İnsan hakları devletlerin iç meselesiydi.

1800’lerde ise Avrupa’da köle ticaretinin yasaklanması sürecinin başlamasıyla ilk kez bir ülkenin yurttaşlarına yaptığı uygulamalara karşı uluslararası baskı oluşmaya başladı. Azınlık Hakları diye bir kavram ortaya çıktı. 19. yüzyılda Avrupa’nın büyük devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu gibi çok uluslu imparatorluklara, azınlıklarının haklarını koruma gerekçesiyle müdahaleleri görüldü. 1878 Berlin Antlaşması, Osmanlı’dan gayrı müslim cemaatlerin haklarının tanınmasını istiyordu. Hak ihlalleri uluslararası endişe konusu olmaya başlamıştı.

Birinci Dünya Savaşının ertesinde, Milletler Cemiyeti’nin kuruluşu ile birlikte, özellikle azınlık hakları konusunda uluslararası sözleşmeler yapılmaya başladı.

⁠İkinci Dünya Savaşı bir kırılma noktası oldu. Nazi Almanyası’nın işlediği soykırım, insan hakları konusunda uluslararası toplumun gözünü açtı. Birleşmiş Milletler (BM) kuruldu (1945). BM Sözleşmesinde “insan haklarına saygı” ilk kez küresel bir hedef olarak açıkça yazıldı. 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi tüm insanların doğuştan gelen haklarından sözediyordu. Devletin kendi yurttaşına karşı işlediği suçların artık sadece iç işi olarak görülmemesi, uluslararası denetime tâbi olması fikri filizlenmişti.

1950 yılında Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni kabul etti. Artık bireyler devletlerini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) şikâyet edebilecekti. Yıllar sonra, Helsinki Nihai Senedi (1975) ile Avrupa’da sınırların değişmezliği prensibi kabul edilirken, insan haklarına saygı da ülkelerarası ilişkilerin parçası haline geldi. İnsan hakları artık diplomasinin ve uluslararası ilişkilerin resmi bir konusu olmuştu.

İnsan hakları sadece BM’nin, Avrupa Konseyi’nin değil, birçok bölgesel örgütün de gündemine girdi. Günümüzde insan hakları evrensel bir değer olarak tanınıyor ve ağır ihlaller “egemenlik” perdesi arkasına saklanamayacak kadar uluslararası bir mesele sayılıyor.

Bugün bir ülkedeki insan hakları sorunu diğer ülkelerin de sorunu olarak kabul ediliyor. Türkiye de seçici bir yaklaşımla da olsa, zaman zaman başka ülkelerde meydana gelen insan hakları ihlallerini kınıyor, bu ihlallerin durdurulmasını talep ediyor.

İsrail'in Gazze ve Batı Şeria'daki insan hakları ihlalleri, Myanmar’da 2017'de başlayan Arakanlı Müslümanlara yönelik etnik temizlik ve kitlesel zorla yerinden etmeler, Çin’in Uygur Türklerine yönelik zorla çalıştırma, keyfi gözaltı ve kültürel baskı politikaları, Suriye iç savaşı sırasında Esad rejimi ve diğer aktörler tarafından sivillere yönelik işlenen savaş suçları ve insan hakları ihlalleri, Mısır’da 2013’ten sonra başlayan kitlesel tutuklamalar, işkence iddiaları ve siyasi muhalefetin bastırılması, Türkiye'nin özellikle yoğun şekilde eleştirdiği konular arasında oldu.

Bir ülkedeki insan hakları ihlalleri bütün ülkeleri ilgilendirdiği gibi, ülkesindeki ihlalleri dış dünyaya “şikâyet etmek” vatan hainliği filan değil, demokratik devletlerin yurttaşlarına 75 yıldır tanımış olduğu bir haktır.

Şikâyetin konusu da başörtüsü yasağından, güvenlik güçlerinin orantısız şiddet kullanmasına, adil yargılanma hakkının ihlalinden işkenceye kadar geniş bir yelpazeye yayılabiliyor.

Hukuksuzlukta gemi azıya alan iktidarların uygulamaları da uluslararası bir mesele olabiliyor. Yıllar içinde otoriterleşen, yargı bağımsızlığını zayıflatan ve muhalefeti bastıran yönetimler eleştiriliyor.

Kimi ülkeler ihlalleri ayıplamakla, kınamakla yetiniyor, kimisi uçak satışını durduruyor.

Her durumda ülkenin itibarı ağır yara alıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kaya Türkmen Arşivi