Meze, müzik, muhabbet…

Bilenler bilir; İstanbul Film Festivali bu sene 43.kez perdelerini açtı ve festival geçtiğimiz hafta sona erdi. Bizim gençliğimde, henüz biletler online alınmazken AKM’nin Gezi Pastanesi tarafındaki gişesinin önünde geceden kuyruğa girer, ertesi gün festival biletlerinin satışa çıkmasını beklerdik. Elimizde basılı kocaman bir festival programı olurdu, tükenmez kalemle gitmek istediğimiz filmleri işaretler, bütçemizin yettiği kadarına bilet alırdık. Şimdi öğrencilere özel 20 TL’lik biletler var, yeterli sayıda olmasa da bu da bir şeydir…

O zamanlar İstanbul’da film ve müzik festivalinin tarihleri bizim için balık sezonunun başladığı 1 Eylül gibi veya erguvanların açtığı Boğaz kıyılarının seyrine doyum olmayan bahar dönemi gibi, özel zamanlardı ve bence İstanbulluyum diyenler için hala da öyle ve öyle de olmalı.

Bu yıl da festival programı çıkar çıkmaz aldığım ilk bilet – ve festivalin en hızlı tükenen biletlerinden biri- Ferzan Özpetek’in “İstanbul Üçlemesi: Meze, Müzik, Muhabbet” idi. Zaten adından öngörebiliyorsunuz nasıl bir film olacağını. Ama salona girince gördük ki, gerçekten de üç kısa filmden oluşan bir film. Her biri 15-20 dakika civarında aslında.

esin-manset-yazi-foto-meze-music-muhabbet-1536x863.jpg

İlki olan “Meze” evlenmek üzere düğününe giden ama evlenemeyen bir genç kızın hikayesi. Düğünden çıktığı gibi en yakın arkadaşlarıyla beraber teyzelerinin evine geliyor. Ama o teyzeler nasıl teyzeler! Benim teyzem olsunlar isterdim ve ben de öyle bir teyze de olmak isterim! Serra Yılmaz ve Ayta Sözeri’den bahsediyorum… Boğaza nazır ama mütevazı bir evin mutfağında tam tavla oynadıkları sırada gelen acil bir telefon sonrası bir rakı sofrası hazırlıyorlar el birliğiyle; mezeciden özenle seçilen beyaz peynir, el yapımı sarma dolma, mutfakta cızır cızır yağda kızartılan muska börekleri, pencereden bahçedeki masaya yollanan tabaklar, bardaklar… Ve sonunda “boş verelim elaleme, rakı içelim”e bağlanan muhteşem bir meze sofrası. Daha üzülemeden gülmeye başlayan gelin adayı, onun şamata yapan kız arkadaşları, sofranın bir yerinde şarkıyı patlatan Ayta Sözeri. Gelini oynayan da hayranı olduğumuz Ahsen Eroğlu. İstanbul ayrı, masa ayrı, mezeler, sohbet ayrı ayrı güzel… Ve Meze’den son söz: “Hayat bazen hayal kırıklığı yaratır. En kötü gününü yaşadığını düşünebilirsin. Ama etrafında hayatı paylaştığın yakın dostların varsa, belki de o gün sandığın kadar kötü değildir. Hatta belki de o gün kutlamaya değer bir gündür.”

İkinci kısa filmin adı “Müzik”… 1990’ların başı, belki 80’lerin sonu. Üsküdar-Eminönü feribotunda bir aile, arabanın içinde anne baba konuşurken, baba ve iki çocuğundan oluşan bir aile de arabaların arasında gezerek şarkı söylüyor, şarkı söyleyerek para kazanıyor. Arabadan şarkıyı dinleyen küçük çocuk, elindeki minik küreyi şarkı söyleyen ailenin aynı yaşlardaki oğluna veriyor. Kürenin içinde minik de bir kırmızı balık var.

Yıllar yıllar sonraya ışınlanıyoruz; küçük bir meyhane, bir dost sofrası. Meyhanenin adı Kırmızı Balık. Bu ne yaman bir tesadüf! Şöyle bir diyalog geçiyor:

  • “Lakerda palamut mu abi?
  • Yok yok; torik
  • Ooo, ondan mutlaka alalım”

Yine şahane bir sofra, bir yandan o ilk karşılaşmada söylenen şarkı, Yeni Türkü’nün Fırtına’sı… Sofra etrafına kurulup saatlerce geçmişten, hayattan, tesadüflerden konuşan insanlar… Burak Yamantürk ve Yiğit Kirazcı başrolde.

Son kısa film biraz daha hüzünlü, İstanbullu ama Roma’da yaşayan bir genç adamın kaybettikleriyle “muhabbeti”. Yine deniz kıyısında, belki Karaköy orası; bir dost sofrası. Fırtına Selim, lakabı bu… Rüyasında yıllar sonra gelmiş memleketine, en sevdiği özlediği mezelerle dolu bir masaya oturuyor, yine bir rakı sofrası, muhabbet dolu. Gözler dolu, kalpler ağır ama “hadi içelim be” diyorlar yine…

Üç kısa film de bir Özpetek klasiği olarak sofralarla bezeli, mezeler seçiliyor, rakılar konuluyor, kadehler tokuşturuluyor. İyi ki dedirtiyor; iyi ki bu sofralar, bu mezeler, bu rakı bizim. İyi ki bu güzel meyhane kültürü bizim ve gençlerde de bir karşılığı var. Diğer yandan öyle şahane İstanbul kadrajları var ki; sinemadan çıkıp koşarak Galata’ya, Bebek’e, Kuzguncuk’a, Üsküdar’a gidesi geliyor insanın.. Martılar, vapurlar, sardunyalar ve Boğaz kokuyor. Zaten İstanbul yönetmenin sinemasında hep bir baş kişi, bu filminde de adı üzerinde, yine öyle olmuş. Film Türkiye’de değil ama İtalyan Netflix’te var, başka platformlara da gelmesi ve daha çok kişinin izleyebilmesi umuduyla...

Tuvallerdeki İstanbul balıkları

Geçtiğimiz haftanın harika günlerinden birini de Cumhuriyet’in yüzüncü yılını kutlamak amacıyla 29 Ekim 2023 tarihinde İstiklal Caddesi üzerinde, Prof. Gül İrepoğlu’nun kurucu küratörlüğünde açılan İş Bankası Resim Heykel Müzesi’nde geçirdik. 1953-2016 arasında Türkiye İş Bankası Beyoğlu Şubesi olarak hizmet vermiş tarihi Boudouy (Bodvi) Apartmanı’nda, İstiklal Caddesi No:144’te bulunan müzedeki kalıcı sergi, Türk resim ve heykel sanatının gelişimine ışık tutmak amacıyla “Türk Resmini İzlemek” başlığında sergileniyor. Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmet Paşa gibi önde gelen ressamların eserleri ile başlayan yolculuk, Nurullah Berk, Abidin Dino, Elif Naci ve sonrasında Özdemir Altan, Burhan Doğançay gibi sanatçılarla günümüze geliyor. Müzenin süreli sergisi olarak tablolarla bir İstanbul gezisi konseptinde hazırlanan “İstanbul’un Resmi” sergisi de henüz müzede izlenebiliyor.

Müzenin en alt katını lezzet ve sanat severlere özellikle tavsiye etmek isterim zira burada, İstanbul balıkları ve balıkçılarına dair birbirinden güzel eserler bulacaklar. Hasan Vecihi Bereketoğlu’nun Barbunya Balıkları mı dersiniz, Hikmet Onat’lar mı… Ama hepsinin içinde bu müzeye özel olarak yapılmış Rahmi Aksungur’un bir “Özlem” heykeli var ki; Orhan Veli’nin “Bin türlü mavi akar” dediği Boğaz’ın on yıllardır gerçekten de özlem duyduğu, yitip gitmiş kılıç balıklarına bir saygı duruşu adeta… Müzenin hem kalıcı koleksiyonunu hem de “İstanbul’un Resmi” sergisi görülmeli.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Esin Sungur Arşivi