Pelin Batu
Başkalarının Tutkusunu Okumak: Susan Sontag
Burçlara inandığımdan değil ama kendim bir oğlak olduğumdan oğlak sezonuna girmişken tarihte öne çıkan oğlak kadınlarını merak ediverdim! Böylece Jeanne d’Arc’tan Rusya Kraliçesi Elizabeth’e, Simone de Beauvoir’dan Susan Sontag’a, Janis Joplin’den Greta Thunberg’e kadar pek çok kadının aralık-ocak doğumlu olduğu keşfettim, bu ne ifade ediyorsa artık... Bu listeden kimi en çok yazmak istiyorum diye düşünürken Susan Sontag ön plana çıktı zira kitaplarını ilk okumaya başladığım andan itibaren kalbimin bir kuytusunda yer tutmuş, yosun gibi yeşile çalmıştı. 20. Yüzyılın en havalı, düşündürücü, kışkırtıcı entelektüellerinden biri olan Sontag’ın özel hayatından ziyade eserlerini biliyordum. Bu makale vesilesiyle onun felsefesine, kültür okumalarına, insan hakları savunuculuğuna giden patikalarının nasıl ormanlardan geçtiğini gördüm. Sizi şimdi o kara ormanlara davet ediyorum.
Litvanya ve Polonya kökenli Yahudi bir ailenin kızı Susan Rosenblatt olarak 16 Ocak 1933 yılında dünyaya geldi. Babası beş yaşındayken tüberkülozdan öldü. Annesini de tıpkı annem gibi akciğer kanserinden dolayı kaybetti- belki de o yüzden sonraki yıllarda Illness as Metaphor (1978) (Bir Metafor olarak Hastalık) ve Regarding the Pain of Others (2003) gibi kitaplarında hastalığın her menem gri ve kara alanını deşmiştir. Hastalık kavramının felsefesini, tüberküloz ve kanser gibi hastalıkları metafor olarak inşa edip hastalık dili vasıtasıyla hastaların ötekileştirilmesini yazarak Foucault’nun ötesine geçerek toplumbilimi ve felsefenin derin sularında çokça yankı uyandırdı. Fakat hastalığı sadece hastalık etrafında değil bir medeniyet eleştirisi olarak da yorumladı. Bu yüzden 1967 yılında Partisan Review’da “beyazların medeniyetini” bir kanser olarak ele alınca şimşekleri üzerine çekti.
17 YAŞINDA ÜNİVERSİTEYİ BİTİRDİ
Çocukluğuna dönecek olursak, tek bir kelimeyle “mutsuz” diye tanımlanabilirim. Alkolik bir anne ve ona “Sontag” soyadını kazandıran asker bir üvey baba ile Arizona, Los Angeles gibi alakasız yerlerde oradan oraya sürüklenerek, her yerde “yalnız” geçen çocukluğunda kitaplara sığındı. Liseden 15 yaşında mezun olup Berkeley’e girdi fakat çok geçmeden kendi tutkularına hitap ettiği için Leo Strauss ve Kenneth Burke gibi efsane hocaların ders verdiği Chicago Üniversitesine transfer olup 17 yaşında mezun oldu. Aynı yıl okuldaki sosyoloji profesörü Philip Rieff ile evlendi. İki yıl sonra Sontag ilk ve tek çocuğu olan David Rieff’i dünyaya getirecekti. (Annesi ve babası gibi yazar olan Rieff, Susan Sontag’ın günlükleri dahil pek çok önemli eseri yayıma hazırladı ve daha çok siyasi içerikli dergilerde, okullar ve yayınevlerinde yazarlık ve editörlük yapıyor).
OĞLUNUN VELAYETİ İÇİN KİTAP HAKLARINI SATTI
Sontag, üniversiteden mezun olduktan sonra Connecticut Üniversitesi’nde ders vermeye ve Harvard’da master yapmaya başladı. Felsefe masterını tamamladıktan sonra aynı üniversitede metafizik, teoloji, Yunan felsefesi ve etik gibi konulara eğilen Sontag’ın eşinin Freud üzerie yazdığı kitapta katkısının çok olduğu söylenir. Hatta Guardian gazetesi gibi güvenilir kaynaklara göre, kitabın asıl yazarı Sontag’dır. Fakat karı-koca ayrılmaya karar verdiklerinde oğulları David’in velayeti karşılığında Sontag yazar haklarının hepsini Philip Rieff’e devretmiştir. Ayrıca önemli Marksist felsefeci Herbert Marcuse’un en bilindik kitabı Eros and Civilization (Eros ve Medeniyet) eserini kaleme aldığı 1955 yılında, Sontag ve Philip Rieff’in evinde bir yıl kadar yaşadığı ve Sontag’ın kitapta iyi bir etkisi olduğu söylenmiştir. 1957’de Oxford Üniversitesi kadın çalışmaları bölümünde okumak için burs kazandığında kocasını ve oğlunu Amerika’da bırakarak eski kıtaya ayak basar fakat Oxford onu kesmediği için Paris’te Sorbonne’a geçiş yapar. Bu dönem ileride itiraf edeceği üzere Sontag’ı “Sontag” yapacak olan dönemdir. Paris’teyken pek çok sanatçı ve entelektüel ile tanışır ama bunlardan biri içindeki sanatçı kadını en çok uyandıracaktır. Avangart tiyatronun anası olarak bilinen Kübalı oyun yazarı ve yönetmen Maria Irene Fornés ile tanıştıktan sonra onunla birlikte olmaya başlar, ikili New York’a taşınır. (Sontag biseksüelliğini 15 yaşında keşfettiğini günlüklerinde belirtmiştir). Sontag oğlunun velayetini aldıktan sonra Columbia, Sarah Lawrence ve Rutgers gibi pek çok namlı üniversitede, daha çok felsefe üzerine ders verir ve kitaplarını yayımlatmaya başlar.
BOSNA ATEŞ ALTINDAYKEN ORADAYDI
Kitapları da kendisi gibi çok yönlü, çok katmanlı ve derindir. 30 yaşında yayımladığı ilk romanı The Benefactor (Hayırsever) tamamen deneyseldir. Sadece dört roman kaleme almış olmasına rağmen kendisine hep “romancı” diye hitap eder. Oysa o çok daha fazlasıdır. Kurgusal romancılığının ötesinde dünyayı, plastik sanatları ve hayatı farklı okumamızı sağlayan Against Interpretation (Yoruma Karşı) ve On Photography (Fotoğraf Üzerine) gibi kült eserler ve makaleler yazar. Dört tane film senaryosu yazıp çeker. Bosna katledilip dünyanın pek çok ülkesi tarafından kaderine terk edilirken oraya bizzat gidip Godot’yu Beklerken adlı manidar oyunu yönetip sahneye koydu. Ve hayatının en az yirmi senesini korkusuz ve sinmeyen bir aktivist olarak haksızlığa uğrayanlar için mücadele vererek geçirdi. Yazdığı, yönettiği, savaştığı pek çok konunun ortak noktası insanın ahlaki seçimleri (ki bazı üniversitelerde din dersleri veriyordu) ve insanlık durumunun açmazları ve girdaplarını interdisipliner ve atipik şekillerde ele alır.
Sontag, 2004 yılında bugün yani 28 Aralık’ta daha 71 yaşındayken lösemi yüzünden hayata veda ettiği son ana kadar hep yazdı. En son On Women (Kadınlar Üzerine) adlı eserinde cinsiyet ve güç konularını irdeliyor, yaşlanma kavramını sorguluyordu. New York’ta ölmesine rağmen onu büyülemiş olan Paris’te defnedilmeyi vasiyet ettiği için bugün Montparnasse mezarlığında yatıyor. Burada huşu içinde bahsettiğim Sontag, dik ve eleştirel hali yüzünden yaşamında da öldükten sonra da okları yedi. Sadece bir örnekle ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Tahmin edebileceğiniz üzere bir Amerikalı olarak 11 Eylül saldırılarını “monstrous dose of reality” yani pek çok vatanperver gibi “canavarca” değil, “canavarca bir gerçeklik dozu” olarak yorumlamıştı. Başkan Bush’un aksine teröristlerin “korkak” olmadığını, Amerika’nın her şeye burnunu soktuğu için bu olayların gerçekleştiğini söylediği için de topa tutulmuştu. Başka bir sefer, komünizmi “başarılı bir faşizm” olarak adlandırınca bu sefer solcular onu yuhaladı. Anlayacağınız hiçbir kesime salt mutluluk yaşatmadı, hiç kimsenin kadını olmadı ve o yüzden belki de biricik ve yalnız kalmaya devam etti. Bizleri her daim kutucuklara hapsetmeye çalışan düzene karşı, “The only interesting answers are those which destroy the questions” (İlginç olan tek cevap, soruları ortadan kaldıran cevaplardır) diye yazmış olan Susan Sontag’a o çok sevdiğim şapkalarımdan birini çıkartıyorum.