Yağız Kutay
Bordro Nefes Alır, Etiket Koşar
“Büyüme verileri iyi” deniyor. İçeriden “Peki ya benim cebim?” şeklinde cevap geliyor. Büyüme var, doğru. Ancak büyüme, bölüşme olmazsa anlamını yitirir. Hele ki yüksek enflasyonda, pastanın çapı kadar dilimin kalınlığına bakmak zorundayız.
Geçtiğimiz günlerde gördüğüm bir çalışmada enteresan bulgular vardı. Cem Oyvat, Ceyhun Elgin ve Adem Yavuz Elveren Hocalar 2005–2024 verileriyle çalışmış. Sonuç, asgari ücrette %10’luk artış enflasyona 1–2 puan ekliyor. Bu etki ağırlıkla maliyet kanalı üzerinden. Talep kanalı zayıf. İşsizlik üzerindeki etki de +0,10–0,15 puan ile sınırlı. Dış denge tarafında GSYH’nin %0,11–%0,27’si kadar ek açık riski var. Ve en kritik bulgu: Enflasyonun ana sürücüsü ücret değil, kur.
Şimdi buna hayatın dilinde bakalım. Türkiye’de çalışanların hatırı sayılır kısmı asgari ücret civarında maaş alıyor. Bu, ücret politikasının geniş bir tabana temas ettiği anlamına gelir. Ama kur şokları ve kâr iştahı güçlü kaldığı sürece, bordroya yazılan artış etikete daha hızlı ve daha büyük yansıyor. Talep tarafı kalıcı refah yaratamıyor. Dolayısıyla “büyüme var ama hissedilmiyor” şikâyetinin kaynağı da buradan geliyor. Manşet büyüme diri kalır, hissedilen refah kurun oynaklığına mahkûm olur.
Benim Algılanamayan Fark Teoremi çerçevem bu resmi tamamlıyor: Yüksek ve sürekli enflasyon, tüketicinin ‘makul–pahalı’ ayrım eşiğini yükseltir. Basitçe, 50 TL fiyat farkı artık ‘fark’ değildir; eşik aşılmayınca ucuz–pahalı ayrımı karar fonksiyonundan düşer. ‘Yarın daha da artar’ kaygısıyla harcama öne çekilir, sessiz kalite düşürme normalleşir; kompozisyon kayar. Bu yüzden manşet talep olduğundan canlı görünürken bölüşüm geride kalır. Oyvat–Elgin–Elveren’in ‘talep kanalı zayıf, maliyet ve kur güçlü’ bulgusu, bu psikolojinin makro iz düşümüdür.
Öyleyse asgari ücreti artırmayalım mı?
Çalışma, asgari ücretin istihdamı kalıcı bozmayıp yoksulluğa karşı koruyucu bir işlev gördüğünü söylüyor. Sorun ücrette değil, ücretin tek başına refaha köprü kuramamasında. Köprünün ayaklarından biri kur istikrarı, diğeri verimlilik ve rekabettir. Bordrodan verdiğinizi, kur döngüsü geri alıyorsa, günah keçisi ücret değildir. Kur rejimine, mali kural disiplinine ve piyasa davranışına bakmak gerekir.
Neler yapılabilir suali üzerinde kafa patlatırken zihnimde canlananları kağıda dökerek 4 başlık üzerinde durdum:
Takvim ve öngörülebilirlik: Bu konuda Şimşek döneminde önemli adımlar atılsa da, ücret artışlarını önden ilan edilmiş bir takvime bağlamaya devam etmek gerekiyor. Ücret–fiyat senkronunu belirsizlikle değil, kurallılıkla yönetmek asıl mesele.
Kur geçişkenliğini kırmak: İthal ara malı bağımlılığı yüksek sektörlerde yerlileşme, standart oluşturma ve lojistik üçlüsünü program hâline getirmek gerekiyor. Bu sayede rezerv yönetimi ve maliye–para eşgüdümü daha net olur.
Görünür kâr marjı ve rekabet: Az sayıda büyük oyuncunun olduğu sektörlerde firmalardan maliyet–fiyat–marj raporu isteyin; Rekabet Kurumu’nu kartel ve “kur bahanesiyle fiyat şişirmeyi” daha agresif soruşturacak şekilde yetkilendirin. Böylece şirketlerin fiyatları kafalarına göre şişirmesine alan bırakmadan, kurdan gelen zorunlu artışla keyfî marj artışını birbirinden ayırabiliriz.
Hedefli gelir ve verimlilik şartlı destek: Asgari ücrete ek, negatif gelir vergisiyle dar gelirliyi doğrudan destekleyebiliriz; talebi şişirmeden yoksulluğa dokunmuş oluruz. Ücret politikasını teknoloji dönüşümü ve ihracat niteliğiyle birlikte koşullandırarak verimlilik artışını da aynı pakete bağlayabiliriz.
Kur şokları ve kâr iştahının yarattığı fiyatlama davranışı, enflasyonu asıl kovalayan dinamikler. Bordroyu suçlamak yerine, kur ve rekabet mimarisini düzeltmek gerekiyor.