Pelin Batu
İtaatsiz Bir İsyankârın Portresi: Jane Fonda
21 Aralık 1937’de New York’ta dünyaya gelen Jane (Seymore), doğduğunda sinema tarihinin en ağır soyadlarından birini taşıyordu. Zira babası Henry Fonda, Hollywood’da dik duruşu ve ahlaklı tavrıyla kendi jenerasyonunun en namlı aktörlerinden biriydi. Fakat Jane Fonda pek çok genç oyuncu gibi, babasının gölgesinde parıldayıp sönmedi. Meşhur olduktan sonra ünü kaldıramayıp, uyuşturucu müptelası olan, saçmalayan, deliren pek çok çocuk yıldızın aksine Jane Fonda kendi ışığını yaratıp, sanattan politikaya pek çok alanda tıpkı babası gibi, hatta babasının ve erkek kardeşi Peter Fonda’nın da ötesine geçti. Daha çevre meseleleri gündem bile değilken gelmekte olan iklim krizine, yerli halkların haklarına, sosyal adaletsizliklere, kadın haklarına dair aktif bir şekilde mücadele etti. ABD hükümetlerinin emperyalist, savaşçı tavrına karşı protestolara katıldı, Hollywood’un genel statükocu, “ne şiş yansın ne kebap” tavrının aksine her şeyini kaybetme pahasına inandığı şeylerden hiçbir zaman vazgeçmedi. Bugün 89 yaşına basıyorken hem manken olarak defilelerde podyumlarda arz-ı endam ediyor hem hayatını dolu dolu yaşamaya hem de gür bir şekilde haksızlıklara karşı dimdik durmaya devam ediyor.
Bu girizgâhta çizdiğim güçlü, enerjik ve esprili kadının ortaya çıkması hiç de öyle sanıldığı gibi kolay olmadı. Evet, babası bir Hollywood yıldızıydı ama mesafeli, duygularını göstermekte zorlanan, mükemmeliyetçi bir baba figürüydü. Jane’in annesi Frances Ford Seymore ise Jane henüz 12 yaşındayken intihar etti. Bu hem Jane hem de ondan üç yaş küçük kardeşi Peter Fonda için büyük bir travmaydı. Daha sonraki yıllarda Jane annesinin intiharını araştırırken, avukatları vasıtasıyla annesinin intihar etmeden önce yattığı sanatoryumdaki belgelere ulaştı ve orada, annesinin gençliğinde ensest kurbanı olduğu, dokuz defa kürtaj yaptırdığı ve sonunda da bipolar bozukluğundan muzdarip olduğunu öğrendi. Çocuk yaşta annesinin intiharı Jane Fonda’da büyük bir duygusal boşluk yarattı. Belki de bu yüzden yıllar boyunca babasının sevgisini kazanabilmek için mücadele ettiğini, takdirini kazanabilmek için mükemmel olmaya çabaladığını daha sonraki yıllarda itiraf edecekti. Bu karmaşık baba-kız ilişkisi hem kişisel hayatını hem de oyunculuk kariyerini ister istemez etkiledi. Kendine sürekli “başarılı olacağım” diye uyguladığı baskı, onu son derece disiplinli ve kendini her daim sorgulayan bir karaktere dönüştürdü. Ama bir taraftan da kendisi ve ailesinden miras aldığı iyi/kötü pek çok ağırlıkla yüzleşti ki bugün, herhangi Jane Fonda röportajını izlerseniz kendini ne kadar aştığını, kusurlarıyla nasıl sağlıklı şekilde mücadele ettiğini ders alırcasına izleyebilirsiniz. Şahsen ben röportajlarına ve kendisiyle ilgili yazdıklarına bayılıyorum- mesela Hollywood gibi özellikle tüm kadınların genç kalmasını şart koşan bir dünyada, yaşlılığın hiç de kutsanacak bir şey olmadığını söyledikten sonra gülerek estetik ameliyatlarını anlatmasına, ardından da “kusurlarıyla” ne kadar barışık olduğunu göstermesine hayranım.
“SARIŞIN BOMBA” OLARAK İZLESEK DE HİÇ BİR ZAMAN PRENSES OLMADI
Aynı açık sözlülüğü kocalarıyla ilgili de görüyor, ister istemez tebessüm ediyorsunuz. Jane Fonda’nın başından üç evlilik geçiyor. İlk kocası Roger Vadim, Jane Fonda’nın kült filmlerinden Barbarella’yı (1968) yöneten, senarist, prodüktör ve yönetmendi. Jane, kariyerinin zirvesinde Hollywood’u terk edip Avrupalı bir yönetmenle evlenerek, çağının “sütyen yakan” özgürlükçü, feminist tarafını da uyandırdı. Vadim’le birlikte Avrupa sanat çevrelerinde adını duyurdu. Ardından hayatındaki en politik diyebileceğimiz evliliği Tom Hayden’la yaptı. Hayden, radikal bir aktivist ve yazardı. Onunla beraber Jane Fonda, sokaklara aktı ve politik mücadelenin merkezinde yer aldı. Son evliliği belki de en medyatik evliliğiydi. Bu sefer, politikayı patron ofisinden gözleme ve mücadele etme imkanı doğdu çünkü Turner, CNN’nin kurucusu ve sahibiydi. Şunu belirtmek lazım, hiçbir evliliği masalsı değildi- Jane Fonda’yı da her ne kadar kariyerine başlarken “sarışın bomba” olarak izlesek de hiç bir zaman bir prenses olmadı. Özellikle Fransa’dan sonra kendini yeniden keşfetti, cinselliğini ve bağımsızlığını sahiplendi, sadece güzel bir yüz değil, derinlikli, politik ve cesur bir kadın ve oyuncu olarak rüzgara karşı uçtu.
GÖZALTINA ALINIP KELEPÇELENDİ
Bu minvaldeki film seçimleri zaten nasıl bir duruş sergilediğini gösteriyor. 1971 yılında Donald Sutherland’le birlikte oynadığı “Klute” filmi, günümüzdeki “büyük birader bizi izliyor” paranoyamıza ve komplo teorisyenliğimize müneccim misali ayna tutuyor. Bu film Jane Fonda’ya da ilk Oscar’ını getirdi. 1978 yılında oynadığı “Coming Home” Vietnam Savaşı’nın yarattığı travmaları korkusuzca ele aldı ve Fonda’ya ikinci Oscar’ını kazandırdı. 1972 yılında Hanoi ziyaretiyle büyük tartışmalara sebebiyet verdi, ülkesinde çok sert tepkiler aldı, “vatan haini” yaftası yapıştırıldı ama o hiçbir zaman yılmadı. Kariyeri dolu dizgin devam edip feminist ikonuna dönüşürken aynı zamanda meydanlarda Vietnam Savaşını protesto ediyor, 1970’lerden itibaren ABD Anayasasında kadın-erkek eşitliğini garanti altına almak için kampanyalar yürütüyor, Sioux Kabilesinin kutsal topraklarından geçen petrol hatlarına karşı mücadele ediyordu. 2019’da başkent Washington DC’ye taşınarak cuma günleri Kongre binasının önünde iklim protestoları düzenlemeyi başlattı. “Fire Drill Fridays” adını verdiği bu eylemlerde iklim krizinin aciliyetine dikkat çekmeye çalışıp, defalarca gözaltına alındı (80’lerini devirmiş olması, onun kelepçelenmeyeceği anlamına gelmiyordu). Jane Fonda hala mitinglerde konuşmalar yapıyor, bağış toplayıp yasa koyucular üzerinde baskı kurulmasında katkı sağlıyor.
BİTMEYEN ENERJİSİ VE ZEKASI…
Jane Fonda’nın belki de en ilham verici yönlerinden biri hiç bitmeyen enerjisi ve hümor yüklü zekâsıdır. Kendisiyle dalga geçebilen, hatalarını kabul eden ve sürekli öğrenmeye açık bir tavır sergileyen bir kadının belki de hayattan aldığı en önemli ders, “kusursuz olmaya çalışmak” değil (ki bu ders ona pahalıya patladı), dönüşmek, hata yapmak ve yeniden ayağa kalkmak oldu. Ben hâlâ onu hangi medyada görsem takip ediyor ve örnek alıyorum. Tıpkı rahmetli annem ve babamdan da gördüğüm gibi ezilenlerin yanında olmak, haksızlıklara karşı durmak size pek çok şey kaybettirebilir. Bazen birileri sizi karalayıp, tehdit edip, işinize son da verir, sevdiklerinizle sınar, kendinize otosansür uygulatarak sizi siz olmaktan çıkarmaya teşebbüs ederler. Bu değişmez. Ama dik durunca, ne kadar kaybederseniz kaybedin gece kafanızı yastığa koyduğunuzda içiniz rahattır; kul hakkı yememenin, iyinin yanında olmanın ferahlığı sizi her zaman korur. Bu paha biçilmez bir saadet getirir ama her dem yeşil bir suçluluk duygusu ve hüzün bakiyesi de yok değildir...
İyi ki doğdun Jane. Bizlere ilham verdiğin için sana müteşekkirim.