Buyur Sen Yaşa O Parayla!

Kamu işçilerine yapılan zam görüşmeleri sonuçlandı. Anlaşmaya göre 700 bin kamu işçisine ilk 6 ay için %24 zam yapıldı. Ardından %11’lik ikinci dilim, enflasyon farkı ve bazı seyyanen iyileştirmeler geldi. Sendikalar masayı bırakmadık dese de kamuoyu “fazla” buldu. Hedef tahtasına konulan ise bu zamdan memnun bile olmayan işçilerin ta kendisi.

Tepkinin temelinde kamu işçisilerinin çoğunun, üniversite mezunu memurlardan daha fazla maaş alması var. Teknik kadrolardaki mühendis, şehir plancısı, uzman yardımcısı ya da öğretmenler; aynı kurumda daha düşük ücretle çalışıyor. Sosyal medya dolup taştı: “Senelerce okuyup işçiden az almak mı?”

Haklılar. Ama aynı zamanda kamu işçileri de haklı. Bu, kazanan-kaybeden meselesi değil; herkesin yoksullaştığı bir tabloda birbirine baktırılanların hikâyesi.

Kamu işçisine yapılan zam az ama yine de üniversite mezunu memurdan yüksek maaş alınmaya başlandı. Bu adaletsizlik mi? Yoksa sistemde daha büyük bir bozukluğun işareti mi?

İşçiye Zam Değil, Teselli Verildi

Yapılan zam TÜİK enflasyonunun bile çok altında. Yani işçiye yapılan zam, reel gelirde bir artış değil, kaybın ufalanması.

Bu zam değil; yoksulluğun, başka yüzle karşımıza çıkması.

Üstelik bu “iyileştirme” sözleşmesinin altına HAK-İŞ ve TÜRK-İŞ imza attı. İşçilerin büyük kısmı bu rakamı yetersiz bulurken, hükümetle yapılan mutabakat “yetiyor” kabul edildi. Sendikalar işçiyle aynı dili değil, iktidarla aynı tonu konuşuyor artık.

Ücret Eşitliği Değil, Ücret Erozyonu

Ortalama kamu işçisiyle ortalama memur maaşının birbirine yaklaşması, ücret eşitliği gibi gösteriliyor. Oysa bu eşitlik, çok aşağıda buluşarak sağlanıyor.

Özellikle 4 yılda asgari ücret epey arttı ama diğer ücret grupları bu artış oranını yakalayamadı. Böylece asgari ücretle çalışan işçiyle kamuda görev yapan memur, hatta bazı uzman kadrolar aynı maaşı almaya başladı. Sonuç: her çalışan asgari ücretli oldu.

Bunca yılın gelişmeleri sonunda görünmez bir gerilim doğdu:
“İşçiler çok kazanıyor” illüzyonu. Kimse hakkını alamıyor gerçeği perde arkasında kaldı.

Gerçek Çatışma

Sistem, işçiyle memuru karşı karşıya getirerek kendi sorumluluğunu örtüyor. “Zam verdim niye hâlâ şikayet ediyorsun?” diyor. Oysa bu zamlar alım gücünü korumuyor, yalnızca kademeli yoksullaşmayı yeniden çerçeveliyor. Emek sınıfı kendi içinde parçalanıyor.

Tablodan çıkış, ancak emekçiyi emekçiye kırdırmayan, adaletli bir ücret rejimiyle mümkün. Hepsinden önce ILO (International Labor Organization) standardında işçi tanımı ve maaş sistemi yeniden kurgulanmalı. Eğitim düzeyi, uzmanlık alanı ve iş riski gibi unsurlar, soyut değil somut kriterlerle ücretlere yansıtılmalı. Sadece enflasyona endeksli değil, refah artışını da gözeten dinamik bir gelir modeli kurulmalı. Emekçilerin taleplerini yansıtmayan ve masada iktidarın gölgesinde oturan sendikal yapıların yerini tabanla bağ kuran, bağımsız sendikalar almalı. Esas mesele, emeği kıyaslamak yerine ortaklaştıracak bir toplumsal bilinci kurmak. Sistem, yaygınlaşan yoksulluğu kişisel bir sorun gibi göstererek dayanışmanın da önünü kesiyor.

Türkiye’de ekonomik sistem, sınıf çatışmasını sınıf içi çatışmaya çevirerek yoluna devam ediyor. İşçiyle memur, taşeronla uzman, öğretmenle güvenlikçi… Aynı emek sınıfının parçaları, artık birbirine bakıyor. Yukarıya değil.

Tartışmamız “kim fazla aldı” değil, “kim daha az ezildi” meselesine dönüştü.
İşçiye fazla değil, memura az veriliyor.
Memurun emeği değersizleştiği gibi, işçinin onuru da kriminalize ediliyor.
Bu tabloyu tersine çevirmek için kıyaslamak değil, ortaklaşmak şart.

Hepimiz aynı gemideyiz. Ama gemideki çoğunluk güverteyi hiç görmeden makine dairesinde çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yağız Kutay Arşivi