Boray Acar
Kimin Diyanet’i?
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, çeşitli vesilelerle gündem olmayı ve kendinden söz ettirmeyi başaran bir şahsiyet. Liyakat ölçeğinde bakıldığındaysa yerini hak ettiği söylenemez. Hatta hatırlarsanız geçtiğimiz senelerde Arapça soruyu anlamayıp çevirttirmesi yüzünden alay konusu bile olmuştu. Bir zamanlar -Ali Bardakoğlu gibi- uzmanlık alanı itibariyle entelektüel İslâm âlimlerinin, kimseyi rahatsız etmeden oturdukları koltukta, mütemadiyen toplumun sinir uçlarıyla oynayan böyle bir şahsın tutulması da meselenin bir diğer boyutu. Bazen sağlanan bütçe, makam arabası, hac ziyaretine götürdüğü ütücüsü, minberde kılıcıyla verdiği hutbelerle konuşulurken bazen de ailesinin toplumsal standartları zorlayan yaşantısıyla gündeme geliyor. Ayrıca olmadığı tören, açılış vesaire yok denebilir. Ellerini semaya açıp tüm protokolü arkasına diziyor. Kendisinin Doğu Perinçek’e dahi dua ettirmişliği vardır.
Siyasi devrin gereği olarak kendisine bir misyon yüklemiş durumda... İktidarın propaganda faaliyetlerinin bir unsuru olarak vazife görüyor. Bu şahsın son numaralarından biri de Cuma Hutbeleri… Bir hafta toplumun giyim kuşamını ele alırken, diğer hafta miras hukuku konusunda T.C. kanunları ile çelişen hususları “dinin gereği” olarak ülke genelinde vaaz ediyor. Kendisinin şimdiye kadar devlet erkanı tarafından uyarıldığını veya sigaya çekildiğini duymadık. Bu da son derece normal. Çünkü iktidarın kutuplaştırma siyasetine hizmet ediyor. Özellikle manevi hassasiyetleri kaşıyan konuların gündeme gelmesi, birilerini “İslam düşmanlığı” ile suçlamak ve düşmanlaştırmak için hazır bekleyen iktidar trollerinin değirmenine su taşıyor.
Peki, Erbaş’ın başında olduğu kurumun ortaya çıkış maksadı, neyi amaçladığı veya hangi ihtiyaçlara cevap verdiği kimsenin umurunda mı? Direkt kurumun sayfasından alalım:
“Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 429 sayılı Kanun’da ‘İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek’ şeklinde ifade edilmiştir. Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır.”
Bugün kurumun başındaki şahıs, tekke ve zaviyeler kapatılmış gibi davranmıyor. Hatta temsil ettiği kurumun kuruluş felsefesine muhalefet ederek bu gayri resmi yapılara da hoşgörü ile yaklaşıyor. Kurumun temellerini atan Mustafa Kemal Atatürk’ün isminin hutbelerde özellikle anılmaması da cabası... Yani devletin kurucu iradesi ve Cumhuriyet’in kazanımları ile araları hoş değil.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Atatürk’ün laisizm hamlesinin bir veçhesidir. Başarısı tartışmaya açık olsa da kuvveden fiile geçememiş olsa da en azından niyet itibariyle öyledir. Kuruluş felsefesinin bir parçasıdır. Toplumu dinci yapıların tahakkümünden kurtarma düşüncesinin temel taşıdır. Herhangi bir açıklaması ile laik, çağdaş ve demokratik bir ülke hedefinin dışında davranamaz. Tabii teoride böyle olması gerekir de içinde bulunduğumuz konjonktürde çağdışı söylemlerin merkezindedir. Böyle olmasının nedenlerinden bir tanesini yukarıda ifade etmiştik; dönemin kutuplaştırıcı siyasi anlayışına hizmet etmek gibi bir misyon yüklenmiş durumdalar, devrin kılıcını pervasızca sallıyorlar. Bu zaten meselenin herkesçe bilinen ve maalesef artık alışılmış boyutu…
Asıl meseleye veya çatışmaya gelecek olursak... Toplumsal teamüllere göre ibadet gizlidir ve kişiye mahsustur. İnançlarının gereği olan ibadetleri topluluk ile yapmak isteyen insanlar için inanç ayrımı göz etmeksizin ibadethanelerin kullanımı özgürlüğü, inançlarına kurumsal bir karşılık arayan ve bu kurumsal çatı altında aktüel takip yapmak isteyen Müslüman toplum kesimi için de T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu vardır.
Uzun lafın kısası bu zihniyetin asıl amacı; gizli ve kişiye mahsus olması gereken inanç konusunu, -laik Cumhuriyet’in kurumlarını da kullanarak- kamusallaştırmak, devletle bütünleştirmek ve topluma dayatmaktır. Haddini aşan, kanunlara ve çağın gereklerine muhalefet ederek toplumsal özgürlükleri hedef alan hutbelerin, fetvaların ve beyanatların künhünde de bu anlayış yatar. Ancak Medeni Hukuk’un benimsendiği ülkemizde şer’i hukuka öykünen bu gibi hamleler akim kalır, karşılık görmez, hatta tepkiyle karşılanır. Çünkü manevi hassasiyetleri yüksek görünse de toplum vasatının kahir ekseriyetinin dahi özgürlük ve eşitlik gibi evrensel değerlerle bir sorunu yoktur.
Hülasa; devleti yönetenler, Ali Erbaş’ı hayatlarından çıkarırlarsa toplumu geren stresi kaldırmış, böylece kendi menfaatleri açısından da hayırlı bir iş yapmış olurlar…