
Serap Durusoy
Ülke gerçekliğini kabul etmek
İsrail, İran'ın nükleer kapasitesini ortadan kaldırmak için 13 Haziran 2025 tarihinde başlayan İran topraklarına yönelik çok sayıda noktaya ani hava saldırıları düzenledi. Gazze’ye ve Lübnan’ın güneyine yaptığı hava saldırıları için milyonlarca dolar harcayan İsrail’in İran'a saldırısının ve İran’ın da bu saldırıya verdiği yanıtın bedeli elbette ki bu iki ülke ile sınırlı olmayacak. Nitekim saldırı gününden beri geçen 13 günlük sürede gerek jeo-politik stratejistlerin gerekse de biz ekonomistlerin gözü kulağı İran-İsrail hattındaki gelişmelerde.
Geçen süre içerisinde bu çatışmanın barışçıl bir sürece mi evrileceği yoksa çatışmanın boyut değiştirerek savaşa mı dönüşeceği yönündeki argümanlar gündemi meşgul ederken İsrail’in çaresizliğinin bu çatışmaya ABD’yi dahil etmesi diplomasiyi yok ederek 3. Dünya Savaşının yolu mu açıldı görüşünü de etkin kılıyor İran’ın Katar’daki ABD üssüne altı füze fırlatması üzerine yeni misillemeleri beraberinde getirecek beklentisi yaşanırken bir anda Trump İsrail ve İran’ın ateşkeste anlaştığı yönünde bir açıklamada bulundu. Ancak iki ülke ateşkes kararını kabul etmesine rağmen birbirlerine saldırmaya devam ediyor ve bir ateşkes kaosunun yaşanıyor olması öngörülemezliği artırıyor.
İşte Orta Doğu’daki gerilimin seviyesinin artması ve çapının büyüyerek adeta ateş topuna dönüşebilme ihtimali dünyayı bir sis bulutu içerisine sürüklerken bu ateş topu bizim kalemize düşmese dahi gelişecek bir savaş iklimi ve jeo-politik riskler ekonomik sorunların daha da büyümesinde etkili olacak. Uzun vadede domino etkisi yaratarak küresel ekonominin yara almasına ve bütün dünyayı etkileme potansiyeline sahip böyle bir savaşa Türkiye taraf olmasa bile savaşan taraflardan daha fazla ekonomik olumsuzluklarla karşı karşıya kalacağı bilinen bir gerçeklik. Zira Türkiye ekonomik kırılganlığı yüksek olan bir ülke ve oluşacak bir savaş atmosferine de kötü makroekonomik göstergelerle girecek. Üstelik yaşanılan bu dış şoka müdahale şansımızın sınırlı olması yaşamakta olduğumuz makro ekonomik sorunları daha da büyütecek.
Rusya -Ukrayna sıcak savaşının ticari ve ekonomik savaşa dönüşmesinde gördüğümüz gibi bu savaşın da küresel ekonomi ve Türkiye üzerindeki etkileri büyük olacak. Özellikle enflasyon ve büyüme ile mücadele eden küresel ekonomi için, bu ikisi yeniden sorun haline gelirken Türkiye’de ise enflasyon kontrol altına alınamaz bir hale dönüşecek ve doğabilecek risklere karşı da savunması oldukça zorlaşacak.
İran Meclisi’nin Hürmüz Boğazı’nın kapatılması kararının Güvenlik Konseyi’nce de onaylanması durumunda petrol fiyatlarındaki artışın beklendiği gibi varil başına 100 doların üzerine çıkması durumunda hem cari açık üzerinden enflasyonu yukarı yönlü baskılayacak hem de artan maliyet ve tedarik sorunu nedeniyle üretimin aksamasıyla orta vadeli program hedefindeki büyüme rakamından iyice uzaklaşılacak. Hiç şüphesiz ki petrol fiyatlarındaki olası artış gıda enflasyonu tarafını da olumsuz yansıyacak. Bacasız sanayi olarak tanımlanan turizm üzerindeki olumsuz yansıma ve yeni göç dalgası da yaşanılacak sorunların sadece birkaçı. Özellikle göç dalgası hem asgari ücretin altında çalışmayı kabul edecek insan sayısını arıtacak hem de kayıt dışı istihdamı çoğaltacak.
Diğer taraftan rasyonele dönüş politikasının önemli bir ayağını oluşturan dışarıdan gelen para ile kur baskılanarak enflasyonun kontrol altına alınmaya çalışılması yöntemi de yara alacak. Çünkü yaşanılan bu jeo-politik gerilim sıcak paranın riskiz ülkeleri daha cazip bulmasından dolayı sıcak para girişindeki azalma kurun baskılanmasını da zorlaştıracağı için bu kanal üzerinden de enflasyonu kontrol etmek zorlaşacak.
Ancak bütün bunlara rağmen ekonomi kurmayları ısrarla olumlu açıklamalarda bulunuyor. Nitekim Enerji Bakanı Bayraktar enerji fiyatlarında geçici yükseliş olsa bile dengenin sağlanacağını belirtirken, Ulaştırma Bakanı ise Hürmüz Boğazı kapatılmasına karşılık kalkınma yolu ve orta koridorun alternatif olacağı değerlendirmesinde bulundu. Sayın Şimşek ise jeo- politik risklerin etkilerinin çok boyutlu olarak ele alındığını ve ekonomimizin uygulanan programla şoklara karşı direncinin güçlü olduğunu belirtti.
Fakat ekonomi yönetiminin iyimserliğinin aksine hem dar gelirlinin hem de reel sektörün şoklara karşı direnci kalmadı. TCMB’nin haziran İktisadi Yönelim İstatistikleri ve Reel Kesim Güven Endeksi Raporu’na göre de reel sektörün ekonomik güveni yılın en düşük seviyesinde ve kapasite kullanım oranının da 74,6’ya gerilediği görüldü. Dar gelirli ise artık sözlere değil, etiketlere bakıyor. Bu bağlamda ekonomi yönetiminin açıklamalarını ve politikalarını bu ekonomik gerçeklik üzerinden yapması ekonomi politikalarına olan inanç açısından oldukça önem taşıyor.